Bir Zamanlar Adana’da Delikanlı Aşklar Yaşanırdı

“ İnsanın delikanlısı olur da aşkların delikanlısı olur mu? “Adana’da olur...Güney baharının yüreklere  estiği kültürler harmanı Adana’da bir zamanlar aşklar da delikanlıydı.”

 

Yeşil Kazaklı Genç

 

“ Kıvırcık saçlı, yeşil kazaklı genç, her akşam üstü, şair gönlünde titreşen sevda ile otobüs durağına gelirdi... Elinde hep tek bir gonca gül olurdu... Duvar kenarına yanaşır, gülü ardında tutarak beklerdi... Belli ki o gülün bir sahibi vardı... Kimbilir kaçıncı bekleyişti bu... Genç, ilk görüşte vurulmuştu mavi hareli, çakır,yeşil gözlere... ”

 

Güney’de yaşamak hem güzeldir hem de zor. 

Güneyde sevda vurgunu olmak kolaydır. Güney meltemleri sevda titreşimleri taşır. 

Hele aylardan nisan ise, rüzgârlar çiçek çiçek eserek gönülleri kanatlandırır.

 

Değerli okurlarım anlatacağım sevda masalı, güney kenti, Adana’da yaşandı.

Sevda ateşinin ilk kıvılcımları parladığında aylardan nisandı.

Bir yağmur sonrasıydı, yerler ıslaktı. Güneş bulutların arasından uzanmıştı.

Altın huzmelerinde Adana baharı ışıldıyordu.

Kıvırcık saçlı genç Şakirpaşa durağında otobüs bekliyordu.

1960’ların Adanasında Şakirpaşa mevkii; yerleşim alanının bittiği, bağların bahçelerin başladığı sınırdı.

O yıllar Okat Otobüsleri’nin yolcu taşıdığı dönemdi.

Otobüs durağa yanaşırken yolcular hareketlenmişti.

Diğerleriyle birlikte yürüyen gencin bakışları, birden... Nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde bir başka bakışla buluşuvermişti. İri açılmış, mavi hareli, çakır, yeşil gözler, bir anda, bir renk senfonisi sunarcasına gencin gönlüne akmıştı.

Genç adamın başı dönmüştü.

Genç kızın çocuksu bakan gözlerinde bahar gülümsüyordu.

Her ikisine de uzun gelen büyülü bir an gençlerin bakışları birbirleri içinde eridi.

Genç adam vurgun yemiş gibiydi... Bakışlarını, üzerinde güneşi yansıtan mavi - yeşil görsel senfoniden alamıyordu.

“ Genç adam, kızın gözleri mi Güneş mi gülümsüyor? “ diye sormuştu kendine.

Zamanın genleşip uzadığı o anda gencin kalbinde fırtınalar koparken, genç kızın çocuksu bakan gözlerinden ise, yoğun bir merak yansıyordu. Genç adamın bakışları genç kızda hem bir okşanma, beğenilme hem de bir çekinme duygusu yaratmıştı. Kalbi, avcıyı hisseden ceylanınki gibi çırpınmaya başlamıştı. Sonra… Delikanlıya saatler boyu sürmüş gibi görünen o sihirli an’dan sonra… Genç kız bakışlarını usulca kaçırarak başka yöne çeviriyor, duygu ve renk senfonisinin iç içe geçtiği o büyülü an, o hiç geçmesin istenen zaman aniden tükeniyordu.

Genç adam kaldırım üzerinde çakılı kalmıştı. Otobüs, sanki yolcularla birlikte gönlünü de koparıp almış homurdanarak uzaklaşmıştı duraktan.

 

Selah

 

Selah’ı tanıyanlara, nasıl biri, deseniz; konuşmaktan çok dinleyen, ağırbaşlı, efendi bir insanı anlatacakları kesindir. Bu tanımlama doğrudur, ancak, eksiktir de… Selah aynı zamanda şair ruhludur. Dost canlısı bir gönül adamıdır. Şair yanını afişe etmez. Ömrünce etmedi desek, yeridir. Orta okul sıralarından beri yazdığı şiirlerin, (o öyle tercih ettiği için) en sadık okuyanı, dinleyeni ben oldum.

1959 yılının nisanında Sucuzade Mahallesi’ndeki evlerinin kapısını çalıp buluştuğumuzda, onda bir değişiklik olduğunu ilk bakışta anlamıştım.“ Hayrola? “  diye sorunca da başıyla odasını işaret edip “ Konuşuruz “ deyip susmuştu.

Odası, bize ait dünyanın özel mekânlarından biriydi tıpkı bizim evdeki benim odam gibi… O köşelerde genç dünyamıza çekilir saatlerce konuşurduk. Günün olaylarını,  geleceğe dair düşlerimizi, genç dünyamızın sırlarını, yazılarımızı şiirlerimizi paylaşırdık.

Altmışlı yıllara gelmiştik; artık lise çağındaydık.

Odası deyince… Adana evinin sofasından ayırma, mini bir mekândı.

Ne var ki, bize fazlasıyla yetiyordu.

O dar mekânı gönüllerimiz ve hayallerimizle genişletiyorduk.

Odaya girer girmez “ Ne oldu çabuk anlat! “ diye üstelemiştim…” Tamam, anlatacağım… “ diyerek söze girmişti.. Heyecanı sesine yansıyordu… Duygularını dışa vurmasına alışkın değildim. Heyecanı beni şaşırtmıştı.

“ Fevzi! Bir kız gördüm...” demişti, derin bir soluk aldıktan sonra: “ Gözlerini unutamıyorum...”

diyerek cümlesini tamamlamıştı. Yeşil kazaklı, kıvırcık saçlı gencin bir yanı sevdalı öte yanı belalı aşk masalını anlatan “ Enamel’e Mektuplar ” ın öyküsü işte böyle başlamıştı.

Gördüğü kız kimdi? Nerede oturuyor, hangi okula gidiyordu?

Selah bu soruların cevaplarını bilmiyordu... Okat Otobüsü’nün penceresinden bakan bir çift yeşil göz, açık kumral saçların çevrelediği, çok güzel bir yüz görmüştü.

Ve işte o gözlere sevdalanı vermişti.

Aylardan nisandı, yıllardan da 1959...

O sevda, Selah’ı yetenekli olduğu resim yapmaktan uzaklaştırmış, şair gönlünün derinliklerine salmıştı. Bir buluşmamızda önüme iki dörtlük halinde yazılmış bir şiir koymuştu. Platonik aşkına şöyle sesleniyordu:

“ Bakışlarında gülümsüyordu

Tümce yeşillikleriyle bahar.

İçimden bir his budur diyordu, 

Hayalinde yaşattığın yar...”

 

Adana kültüründe aşk ve dostluk

 

Değerli okurlarım, yaşadıkları şehirler insanları derinden etkilerler.

Kentler barındırdıkları kültürü insanlarına aktarır.  Onları o kültür kuşatır biçimlendirir.

Adana kültürü, öykümüzü paylaştığımız yıllarda, gençlerini koruyup kollardı; onların sevdalı gönüllerini, delikanlı ruhlarını anlayan insanların kentiydi.

İlk gençlik çağına özge taşkınlıkları bizler de yapıyorduk.

Sözünü ettiğimiz hoşgörü kültürü gençleri dışlamıyor tam tersine koruyordu.

Gönüllerimiz o çağda sevda arıyordu. Ruhlarımız, sevme - sevilme ihtiyacındaydı.

İşte sonunda Selah da o aynı fırtınaya kapılmış, sevdalı gönüller kervanına eklenmişti.

Sevdiğiyle buluşmasına, el ele tutuşmasına, hatta sevdiğinin çektiği gönül acılarından haberli olmasına ihtiyacı yoktu. Genç gönüllerin sevgi pınarından taşan duygularını akıtacakları bir simgeye ihtiyaçları vardır; sevgili, işte boşluğu doldurur. Selah’ın bakışları bir çift yeşil gözle buluşmuş, sevgi pınarından çağlayan duygular akacak mecrasını bulmuştu.

Sevgili, bu sevdayı bilse de olurdu, bilmese de...(Literatüre platonik aşkı yazdıran sebep herhalde insan ruhunun bu yanı olsa gerek...)

Adana genci sevdalandı mı ne yapar? Aşkını anlatan öyküyü dostlarıyla paylaşır.

Bunu nasıl yapar? İçki sofrası ne güne duruyor... Öğrenciydik. Paramız, harçlık düzeyinde olabiliyordu. Ucuz şarap ( ki o zaman en ucuz ve bol olanı binlik denilen şişelerde satılıyordu) sevda ile dertlenen genç gönüllerin masa arkadaşıydı o çağda.  İşte o genç masalarda şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor, kafalar çekiliyordu. Bazen o şarkılar gece yarıları yollarda söyleniyor mahalle bekçileriyle kovalamaca oynanıyordu. Bu arada Selah’ın sevda masalı da her geçen daha bir duyuluyor yayılıyordu... Selah sonunda kızın izini bulmuştu; yeşil gözlerin sahibesi Tepebağ  Orta Okulu’nda okuyordu.

Bir başka buluşmamızda Selah “ Uzat ellerini sevdiceğim “ dizesiyle başlayan bir şiirle gelmişti. Belli ki, gönlünü saran duygular onu sürekli yazmaya itiyordu:

“ Gözlerinde, 

Yaşanmamış baharlar görürüm,

Bir kuş olur benliğim

Kanat çırpar yeşilliklerinde...”  diye devam ediyordu. Yazıyor, yazdıkça da sevdası büyüyordu.

Bir de isim takmıştı sevdiği kıza: “ Enamel...” Sevgilinin namı müstearı / takma adı da belli olunca, süreç tamamlanmıştı; “ Selah’ın Enameli’ydi o artık...”

Kızın okulu da keşfedilmişti.

Tepebağ Orta Okulu’nda son sınıfta okuyan can dostlarımızdan Sıdık vardı.

Bir ara çift dikişle yürümüş, öğrenim yaşamında bizden bir adım geride kalmıştı.

Sıdık hemen bilgilendirilip tembihlenmişti; “ Yeşil gözlü kız, Selah’ın aşkıdır ona göre...”

Sıdık dost ve gönül adamı olduğu kadar da suyu sert delikanlılardandı.

Sakınılması gerekenlerdendi!  Korumasına aldığı birine bulaşmak tekin işlerden sayılmazdı!

Mahalleden gençler de Selah’ın uzatmalı sevdasını duymuşlardı.

Onlar da tabiî, “ arkadaşımın aşkısın kuralı” na göre vaziyetlerini almışlardı.

Velhasıl Enamel farkında olmadığı bir koruma kalkanı ile kuşatılmıştı.

Selah, okul çıkışı saatlerinde, otobüs durağına gidiyor, sevdalısını bakışlarıyla okşuyor, uzakta durmaya rahatsız etmemeye özen göstererek onu koruyor sessizce yolcu ediyordu.

Bir gün bana bir şiir daha uzattı, “ Al oku, nasıl bulacaksın? ” diyerek.

Otobüs Durağı’nda devam eden sevda nöbetini yazmıştı:

“ Durakta olurum...

Sonra bir otobüs gelir uzaktan

Sen koşar ona binersin

Bir ben kalırım unutulmuş

Keder dolu, hüzün dolu.

Söyleyemediğim hislerim dudaklarımda

Varsın bugün de olmasın, derim....

İçim ümitle dolu, gün yarınları kovalar

Ben yine kaldırımlara terkedilmiş

Anlaşılamamış  sevdalı.”

Enamel farkında mıydı bu duygu fırtınasını, çevresindeki koruma kalkanının?

Bilinmez... Ama bir gerçek vardı ki o değişmiyordu:

“ Kız güzel olunca dikkati çeker, isteyeni asılanı çok olur.”

Adana’da başka delikanlılar da vardı...

Ve elbette onların yürekleri de sevda arıyordu. Sevmek onların da hakkıydı.

Ama gel de Selah’a ve arkadaşlarına bunu anlat anlatabilirsen!

Yeşil gözlü Enamel’e sokulmaya, hele hele ilanı aşk etmeye kalkışan kim olursa olsun, yeşil kazaklı genci ve arkadaşlarını karşılarında buluyorlardı. Kaldırım üzeri ya da okul önü kavgaları dönemi işte böyle açılmıştı. Selah sık sık elleri bereli dönüyordu evine, arkadaşları da öyle.

Bir süre sonra, sevdalı adayı gençler arasında “ Bu kıza yaklaşmayın yeşil kazaklı gençle başınız derde girer, ona göre! “  bilgisi iyice yayıldı. Kavgalı, belalı dönem, “ Kız güzel ama neme lazım, uzak durayım! “ diyenlerin çoğalmasıyla kapandı.

Böyle olunca Selah da biz arkadaşları da rahat nefes alır olmuştuk.

Öyle ya... Sık sık ceket at... Kavga et, karakola düş!

Neyse ki, bu belalı süreç az hasarla ve çabuk kapanmıştı.

Selah, otobüs durağı nöbetine çoğunlukla elinde tek bir kırmızı gülle giderdi.

O güller nereden geliyordu derseniz, Adana villalarının bahçelerindendi elbette. Evlerin sahipleri mi veriyorlardı o gülleri hayırlarına? Nerdee... Bu sebeple Selah’ın arkadaş grubundan bazılarının görevi oydu; bahçelerden gül derlemek!  O güller verilmek istenen sevgiliye bir kez olsun ulaştı mı, derseniz;  hayır ulaşmadı. Ama işe yaradılar;  platonik bir aşkın tamamlayıcısı oldular; bazıları kurutuldu, Enamel’e gönderilen mektupların arasında kondu, o kadar...

 

Enamel’e Mektuplar

 

Günler ayları, aylar yılları ördü, zaman, şaşmadan işleyen düzeniyle akıp geçti.

Selah’ın sevdası, uzaktan sevme ritüelini bozmadan devam ediyordu.

Sevgiliye gerçek yaşamda ne kadar uzaksa Selah, şiirlerinde o kadar yakındı.

Ama... Bir zaman geldi Selah’ın, “ isyanı kalktı şaha...”

Duygularını, “ Enamel sevdamı bilsin istiyorum!  “ diye özetleyivermişti. Sesinde isyan dolu bir titreşim vardı. Uzaktan sevmek artık onu yoruyor olmalıydı. Epey konuşmuştuk bu düşüncesi üzerinde.

Sonunda,“ Mektup yaz...” diye önermiştim...“ Nasıl? “ demişti. “ Evini biliyoruz, adresine postalarsın...”  demiştim. Bir süre düşünmüş, “ Olur mu? “ demişti...“ Niye olmasın?” diyerek yüreklendirmiştim:“ Duygularını şiirlerini paylaşırsın...”

“ Enamel’e Mektuplar ” işte böyle başlamıştı. Umut oydu ki;  sevgi karşılıklı hale gelecekti. Bu duyguyu Yılmaz Erdoğan bir dizesinde çok güzel anlatır, der ki:  “ Ben senin beni sevme umudunu sevmiştim...” Selah’ın sevda masalının özü, özeti de aslında bu dizede anlatılıyor;  o, Enamel’in kendisini sevme umuduna aşıktı...

Bakın bunu Enamel’e yazdığı mektuplarda nasıl anlatmış:

Enamel

19 Eylül 1964...Saat 00.30- Adana

 

Karşıya sırlı yüzeyden yansıyan hayalime bakıyorum...

Nurdan şebnemlerle açılan umut çiçekleri vardı kalbimin, yeni bir bahara açılan çiçekleri... Sen vardın o zaman, sen vardın her zaman. O muhayyel bahçe vardı. Bizim şarkımız vardı. Yolu vardı hayatın, uzayıp giden, gelecek ufkunda mutluluk umudu pırıltıları vardı.

Saat 15.00...20 Eylül

Bahar bitti Enamel. Yapraklar soluyorlar artık.

 

Enamel,

Gece yarısı 25 Eylül

Sana, umudun yeşerttiği bir seviden (aşktan) söz etmiştim bahar mektubumda. .

Bahar, ılık bir ürperiştir Enamel.

Bu mevsimde aşk solunur. Ben de öyle oldum. Ruh safiyetimin tüm içtenliğini, aşkınla güzelleşen dizelere döküp sana ulaşmaya çalıştım.

Biliyorsun seven söyler... Ne olur sen de söyle...

“ Uzat ellerini sevdiceğim mesafeler ötesinden / Bakışların içime işlesin burgu burgu...”

Bahar bitmesin, çiçekler solmasın, uzat ellerini, diyordum. Gel gör ki, artık tabiat yeşilini soyunuyor.

Bahar bitti, çiçekler soluyor... Ve hâlâ bana uzanacak elleri bekliyorum.

 

Enamel,

Bahar içinde bir gündü... Yalnızdım... Bir bahçedeydim. Gölgeli köşeleri vardı bahçenin.

Gün ışığı yapraklar arasından süzülüyordu. Dudaklarımda bitmeyen şiir, sen... Dolaşıyordum.

Birden, köşesinde bahçenin, ellerini gördüm... Avuçlarım arasına, gönlüme uzanan ellerini... Tuttum, kokladım. Bir kavuşmanın sihrini yaşıyordum

Duygu sarhoşu halde ellerini çektim kopardım dalından. Gözlerimde mutluluk pırıltıları, avuçlarım sımsıkı kapalı... Ne kadar durdum bilemiyorum... Neden sonra belli belirsiz bir ürperişle kendime geldim.

Güneş yine yapraklar arasından süzülüyordu. Gölgeler daha da koyulaşmıştı.

Parmaklarım usulca açıldılar... Gönlümün sevda ateşi heyecanla ellerini arıyordu.

Ezilmiş, o büyülü, kokusu yitmiş bir tutam yasemin yaprağı dökülüvermişti toprağa...

Enamel, herhalde şimdi anlamışsındır niçin hayalinle yetindiğimi?

 

Anı rüzgârı ve zaman

 

Hep söyleriz.. “ Zaman geçiyor” diye.

Yaşam, zaman nehrinin çırpıntılı dalgaları arasında akıyor, dünya yaşamı ile sonsuzluk arasındaki yolculuğumuzu sürdürüyoruz. Yaşamlarımıza bir telaş egemen...

Neye, niçin yetişmek zorunda olduğumuzu bilemeden koşturup duruyoruz.

Bir kaç gün önce, yine böyle bir koşunun telaşındayken, bir bakışın titreşimini üzerimde hissettim..

Bana bakan gözlerde mavi hareli, çakır yeşil ışıklar pırıldıyordu

O bakış, yılların ötesindendi. Yolun üzerinde durakladığımda sanki zaman da durmuştu.

Yaşamımın kaydedildiği bandı sihirli bir el sanki zaman içinde geriye sarmıştı.

Anılarımın geçmişe koşan kareleri beni, Adana’nın daha küçük, daha az insanlı ve çok daha güzel olduğu bir dönemine götürüvermişti... Güney rüzgârlarının portakal, limon, turunç çiçekleri kokusunu bahçelerden alıp kente yaydığı günlerden, ilk gençlik anıları, koşarcasına gelivermişti:

Bahçelerinden gül çaldığımız Cemalpaşa, Yüzevler, o yemyeşil mahalleler...

Sonbahar ilk yaprakları ve yağmurları dökmeye başladığında,  Adana kaldırımlarında güz çiçekleri açardı..

Kasımpatılar değildi bu güz çiçekleri; siyah önlüklü beyaz yakalı Enstitülü, Liseli kızlardı.

Yaşamın pembe umutlar saçtığı çağdaki,  gönülleri aşka aç Tepebağ Orta Okulu’nun, Erkek Lisesi’nin karayağız Adana gençleri de işte o güz çiçeklerinin peşinde koşarlardı

O yıllarda Adana, biraz kuzeye gittiniz mi, bağlık bahçelikti. Evler, beton kuleleri gibi yükselen apartmanlar değil, bahçesi geniş betonu az kiremit çatılı villalardı.

 

Yolun üzerinde duruyordum...

O bir an, zaman da durmuş gibiydi... Mavi ışıklı yeşil bakışın tanıyan ve tanıdık ifadesi, bakışlarımla karşılaştığında, birden büyü bozulmuş, zaman içinde yolculuğun sihri bir duman bulutu gibi dağılmıştı.

Bir suçlu gibi ezik bakan gözler,  kısa bir an daha üzerimde kalmış, sonra yön değiştirip uzaklaşmıştı...

 

Anı rüzgârıyla zihnime doluşan bir ilk gençlik öyküsüydü.

Yıllar önce moda olan bir şarkının sözlerindeki gibiydi... O, yeşil biyeli, mavi ışıklı bakışın sahibi “ arkadaşımın aşkıydı...”  Can dostumun platonik sevdasıydı o... “ Gözlerinde cümle yeşillikleriyle gülümseyen baharı”  taşıyan genç kızdı o. Bakışlarımızın karşılaştığı o kısa anda, onun da, ilk gençlik günlerine gittiğini, anıların sevda yüklü rüzgârında yaprak gibi savrulduğunu görmüştüm.

 

Sonrasında gönlümde bir acı burkulmuştu. Yeşil biyeli, mavi ışıklı bakışların sahibi kadın, tıpkı arkadaşım ve ben gibi, ileri yaşlara ulaşmıştı... Bir başka kadının yürüttüğü tekerlekli sandalyedeydi...

Zaman, elinden sağlığını almıştı... Münir Nurettin Selçuk’un şarkısında söylediği gibi...“Arkasından baktım, gözlerim dola dola.../ Ey gençlik arkadaşım sana uğurlar ola...”

İçimde anılarının derin hüznü, ağır adımlarla yeniden koyulmuştum yaşam yoluna...

“ Gün yine ağaç uçlarından gerinecek/ Yaşam yaprak uçlarından düşecekti toprağa...”

 

Selah ve Enamel

 

Selah’ın sevdasının nasıl noktalandığını merak edecekler için söyleyelim...

Zaman şaşmaz düzeniyle aktı. İlk gençlik bir nisan yağmuru geçip gidiverdi.

Üniversite yılları gurbet günlerini getirmişti. Selah Ankara’da, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Edebiyat okudu.

Buluştuğumuzda bir gün yine önüme bir şiir koymuştu.

 

Esmer Bulut

 

12.02.1968

 

Artık Güney meltemleri dolaşmıyor saçlarımda

Portakal mevsimini, limon çiçeklerini de unuttum.

Şakirpaşa’da bir kız bana gülmüştü.

Gözlerinin içiyle gülmüştü.

Onbeş yaşındaydım, ürkektim,

Güneş başımı döndürüyordu.

 

Eski ağustoslardan çalınmış bir gün

Sarhoştum, sakalım vardı.

Ben... Dedim elini sıktım;

Yüzüme bakmadı, ürperdi.

Garip şey, sağ yanağı kızardı;

Neden kızardı, biliyordum;

Sonra, sonra sakalımdan utandım.

 

Mektubunda ben diyordu, mutsuzum;

Hiç sevmedim, huzursuzum;

İçimde sevgi boşluğu vardı,

Bahardı, serde delikanlılık vardı.

Mutluluğumu bir hale yapıp saçına taktım;

Anlayamadı, tuttu kopardı.

 

Artık Güney meltemleri dolaşmıyor saçlarımda.

Portakal mevsimini, limon çiçeklerini de unuttum.

İstesem de dönemem artık;

Bir esmer bulut yolları tuttu.

 

İşte öyle değerli okurlarım, Selah Ankara’ya okumaya gitti, hem okudu hem de yeni sevdasıyla Ankara’da karşılaşıp evlendi, mutlu bir yuva kurdu, şimdi torun seviyor.

Enamel’inde evlenip yuva kurduğunu duymuştuk. Enameli yolda gördüğüm ün ertesinde Selah”a gitmiştim. Hoş beşten sonra, “ Biliyor musun Selah kimi gördüm?” deyip söylemiştim:

“ Enamel, tekerlekli sandalyedeydi Selah “ deyip yutkunmuştum.

 

Yeşil kazak: Dar ve orta halli ailelerin çocuklarıydık. Giysilerimiz önemliydi. Yeşil kazak, Selah’ın ablasının ördüğü bir giysiydi. Selah sıkça giydiği için o kazakla ünlenmişti.

Okat Otobüsleri: Adana’da toplu taşıma özel sektör işletmeciliğiyle başlamıştı; Okat Otobüsleri diye anılan ulaşım araçları kentsel ulaşımı sağlıyordu. Belediye işlemeciliği daha sonra başladı.

Tepebağ  Orta Okulu: O yılların Adana’sında iki orta okul vardı, biri Tepebağ öteki İstiklal’di. Bizim kuşak oralarda okuduk, erkek öğrenci okullarıydılar. Biz mezun olduktan hemen sonra kız – erkek karışık eğitim verir hale dönüştürüldüler. Düşününüz, Kız Lisesi’nin Enstitü’nün orada polis bekler gençleri kovalardı. Sonra kız erkek birlikte okur oldu...

Bizim kuşağın kadersizliğine bakın ne talih değil mi!?

Platonik: Gerçekte var olmayan, düşte kalan, hep öyle kalması istenilen (aşk, sevgi ve ilgi)




Sayı 13 (Mart - Nisan 2013)

Bu yazı 6037 defa okundu.