Kur’an, İnsan ve İnsan-ı Kâmil - 2


İnsan,

hiçlikten yansıyan sesin

âlemde yankılanışıdır.

Fevzi Acevit

 

İnsanoğlu ana rahminde geçirdiği süreci hatırlamıyor.

Doğduğu o ilk anları da çocukluğun ilk yıllarını da anımsayamıyor.

Ve insan, ana rahmine düşmeden önce de var mıydı, var ise nasıl bir varlıktı, bilemiyor...

Değerli okurlarım,

Varoluş ve varlık sahnesinin en gizemli varlığı insandır.

Çünkü insan kendini algılayıp-akıl edebilen tek canlıdır.

Çünkü insanın görünen yanının ötesinde görünmeyen boyutları da vardır.“ Tanrısal insan/ İnsan-ı kâmil “ düşüncesi ve inancını besleyen de işte insanın o içrek (batıni) boyutlarıdır.

Soralım: “ İnsanın ve onun arketipi (kök örneği) olduğu öne sürülen insan-ı kâmilin yaradılış mertebelerindeki yeri ve önemi nedir? “

Sözü Mevlâna C. Rûmî’ye bırakalım...

Mevlana doğrudan insana hitap ederek şöyle söylüyor:

“ ( Ey insan) Sen su değilsin, toprak da değilsin, bambaşka bir şeysin sen. Şu su, toprak cihanının dışında yolculuk ediyorsun. Sendeki kalıp sanki bir ırmak, can da o ırmağa karışmış bir *Bengisudur. Önce bulunduğun yerde bunların ikisinden de haberin yoktu.

( Mevlâna, Rubailer, 1494)

*( Bengisu: Efsanelere göre içen kimseye ölümsüzlük sağladığına inanılan bir su, abıhayat.)

Değerli okurlarım,

İnsan-ı Kâmil konusunu anlayabilmek için tasavvuf düşüncesindeki varlık mertebelerinin bilinmesi gerekiyor. Çünkü mistik literatürdeki bilgilere göre ışık varlık insan-ı kâmil, varlık mertebeleri içinde bir mertebedir.

Bu düşünceye göre o, yaratılan ilk insandır.

Yazı dizimizin bu bölümünde ana konumuz Varlık ve Varoluş” olacak.

Varlığı anlayabilmek için, dokunarak, görerek algıladığımız kainatı bilmek gerekiyor.

Çünkü biz insanlar, hepimizi kuşatan o gerçekliğin bir parçası olarak, yeryüzü üzerinde yaşıyoruz:


Kainat Niçin Var

 

Güneş ufka yaklaştığında...Akşamı getiren gölgeler inerken...

Gökyüzünün derinliklerinden soluk noktacıklar ışıyarak belirir. Güneş kaybolup gecenin lacivert atlası göğe yayıldığında ürpertici ve görkemli bir güzellikle buluşuruz.

Her günün bitiminde mavi göğü lacivert örtüsüne sararak örten gecenin içinden ışıklı kanatlarıyla devasa büyüklüklerin evreni ortaya çıkar.

Kainat, sonsuzluğun derinliklerine sınırsızca uzanmaktadır.

Gözlerimizin önündeki inkâr kabul etmez bir gerçekliktir kozmos.

Sırlarla yüklü olduğunu sezer onu merak ederiz...

Esrarlı olduğunu bize bir şeyler anlattığını sezeriz, ama...çoğumuz... bu muhteşem realiteyi yeterince sorgulamayız! Niçin böyle yaparız?.. Çünkü hazır bulmuşuzdur...Kolayımıza gelir, olduğu gibi kabul ederiz

Mehtaba, yıldızlara şiirler yazar, methiyeler söyleriz ama, yine de... çoğumuz...derinlemesine sorgulamayız o muhteşem gerçekliği, tıpkı, hazır bulduğumuz hayat nimeti gibi...

Velhasıl değerli okurlarım biz insanların çoğunluğu,“Nimeti aldım kabul ettim” diyor, bırakıyoruz kendimizi dünya denizinin dalgalarına...

Oysa sorulması gerekir:

Hayatın anlamı nedir?

Yolculuğumuz nereden başladı, nereye varacağız?

Bu görkemli kâinat (âlem) niçin var?

Velhasıl çok az sorguluyoruz...

Ama, mistik bilgeler öyle yapmamışlar. Onlardan biri olan Ubeydullah Ahrâr,

Kâinat (âlem) niçin var? ” sorusunu şöyle yanıtlamış:

Âlemden maksat olan manânın hülasası (özeti) insanın vücûdudur (varlığıdır). İnsandan maksat ise uzaklık ve ayrılık derdi ile inlemektir. Bu yüzdendir ki enîn ve efgan (inleme ve ıstırap ile haykırma) insandan gayrı hiçbir varlıkta görülmez.”

(Ahrâr; Risâle-i Fıkarât, vr, 95a)

Sufî bilge Ahrâr, varoluş gizeminin bir cümlede yanıtlıyor:

Kainat, insan; insan da Allah içindir” diyor.


 

“ Ayrılık ve İnsan “

 

Aynı soruya Profesör D r Y. N. Öztürk şu cevabı veriyor:

İnsanın kudret, şeref ve çilesinin temelinde onun ayrılığı yatar.

İnsan Allah’tan ayrılmıştır. Burada Yaratıcı ile aynı olan özün, yaratılmış bir kalıbın içine konmasıyla karşı karşıyayız. “ ( Öztürk; Mevlâna ve İnsan, s, 85)

 

Ünlü Bilgin yukarıdaki sözleriyle insanın yaratılışındaki ilahî hakikate yani insanın özünün Allah’tan bir nefes oluşuna ve tıpkı U. Ahrâr gibi, insanın ayrılığına, işaret ediyor:

İnsanın ölümsüz benliği, yani özü tanrısaldır.

Öztürk’ün “ Yaratıcı ile aynı olan öz” dediği de budur.

İşte o ilahî öz, dünya yaşamını beden denilen kalıbın içinde geçirir.

Dolayısıyla aslından ayrı düşmüştür; bu ayrılığın ıstırabı ile inlemektedir.



 

“ Beden Zindanı ve İnsan “

 

Bedenleriniz sizin (dünya hayatınızdaki) bineklerinizdir.

Hz. Muhammed

Değerli okurlarım Kur’an’a göre insan, özü itibariyle bir ilahî soluktur.

İnsan dünya hayatını beden denilen cismani kalıbın içinde geçirir.

Mevlâna bu hale,“ beden zindanında olmak “ diyor.

Ve yine Mevlâna ölümü vuslat, aşığın maşukuna kavuşması, şeklinde tanımlıyor.

Mevlâna’ya göre insan bedeni aynı zamanda bir binektir; ondan, “ at ” diye söz ediyor,

insanın hayat macerası, ölümsüz olan özün, ölümlü at üzerinde gerçekleşen bir yolculuğudur “ diyor. ( a g e s, 85 )



 

“ Mecazî Sevgililer ve İnsan “

İnsan âlemde sevginin belirişidir...

Sevgi, kaynaklandığı İlahî pınarı özler,

O’nu arar, O’na yönelir.

Fevzi Acevit

İnsan evren kitabını okuyarak yol alır.

Çünkü kainat kitabı her boyutuyla öğreticidir.

Kur’an’daki ilk öğüdün “ OKU! “ olmasındaki hikmet (İlahî sebep) budur.

Sevgi, gizemli kapıları açan anahtardır; bilgiye de götürür bilgeliğe de...

Sevgiyi idrak eden benlik kendini, âlemleri ve Yüce Allah’ı sezer, öğrenir, bilir...

Bitkide, hayvanda, insanda belirip-hissedilen sevgi enerjisinin kaynağı

nedir - sevginin yönelişi nereye doğrudur?

Y. N. Öztürk sevgiyi şöyle anlatıyor:

“ İnsanın bütün sevgileri, temelde bir tek objeye yönelmiştir.

Bu obje, insanın can yoldaşı, aslı, özü olan Allah’tır.

Sevgilerin görünüşte bağlandığı mal-mülk, kadın, çocuk vs. Gerçek sevgiliyi ararken, farkında olmadan onun yerine koyduğumuz perdeler, mecazî sevgililerdir.

Gerçek insan, perdenin arkasını görür ve sevgiyi, perdelere takılı kalmaktan kurtarır. “

(a g e s, 86)


 

“ Noksanlıklar Dünyasına İniş “

Var olmak,

Yokluktan çıkıp varlığa gelmek,

Gizemli bir çıkış bu...

 

“İnsan; aslından, can yoldaşından ayrılıp bu noksanlıklar dünyasına gelirken,

koptuğu bütünle bir anlaşma yapmış, bir mîsak imzalamıştır.

Bu mîsak ile (insan), Yaratıcı’nın bu âlemde şahidi olmayı kabullenmiştir.

Ruh, bu mîsakı, beden atında seyrederken de unutmuyor, ama bulanık hatırlamak gibi bir durumda kalıyor. Ne var ki, hatırlama derecesi ne olursa olsun, bir derin istek halinde sevgilisini, can yoldaşını istiyor, özlüyor. ”

“ İnsanın, bütünden kopup noksanlıklar dünyasına inişi, bir çıkışı zorunlu kılar.

Aksi halde insan kendini tamamlayamaz. İniş, insan hayatının bir yarısıdır. Diğer yarısı çıkış olacaktır. Bir başka deyişle insan varlık dairesini tamamlayacaktır. “

(a g e s, 87-88)

“ Madem ki bir daire söz konusudur ve madem ki başlangıç noktası Allah’tır, bitiş noktası, son nokta da Allah olacaktır. Kur’an’ın beyanıyla: ‘ Allah hem başlangıç hem sondur.’

Ve: Dönüş Allah’adır.’ (Bk. Hadid, 3: Bakara, 28, 245.)
 

Sembollerle Anlatım

 

Değerli okurlarım, yukarıda paylaştığımız bilgilerin önemli bir bölümü sembolik ifadelerdir.

Mesela, “insanın bütünden kopması” böyle bir ifadedir. Burada anlatılmak istenen insanın özünün Allah’tan bir nefha ( bir ilahî soluk) olduğudur. Yoksa hâşâ Cenabı Allah’tan ne bir parça kopar, ne de O, bir madde yığını imiş gibi bir bütün oluşturur.

Allah’ın mahiyetini bilemeyi, anlayamayız, anlatamayız.

Yüceler yücesini ancak, ne olmadığını söyleyerek anlamaya-anlatmaya çalışabiliriz.

O her türlü kayıttan, sınırdan, mekân ve zamandan arınmıştır.

O’nun eşi ortağı, benzeri ya da karşıtı yoktur. Sembollere başvurarak anlatım zorunluluğu; insan aklının, idrakinin sınırlı olmasından doğan bir mecburiyettir.

 

“ İnsanın Aslını Arayışı - Özleyişi “

“ Varlık dairesindeki seyrimiz veya hayat yolculuğu cansız maddelerde ilk adımını atıyor. Cansızlardan bitkilere, oradan hayvanlara geçen seyr, insanda derin bir soluk alır ve oradan Allah’a gider. Allah aynı zamanda ilk noktadır. Bu yolculuk boyunca insan bütün varlık mertebelerini yaşamış olur. Allah’a vardığında kozmik şuurunu veya transandantal benliğini kazanır, yani aslına ulaşır.” A g e s, 88 )

* * *

“ Varlık dairesinin iniş kısmı (nüzül) şuursuz idi.

Mevlâna bunu şöyle anlatıyor:

Yüzbinlerce yıl, şuursuz ve iradesiz hava zerreleri gibi seyir etmekteydim.’ ( Halife, 36)

Çıkış iradî ve şuurludur.

Bu varoluş macerası, Mevlâna’ya göre bir “ hamken yanmak ve pişmek” olayıdır.

Bu yüzden insanın, aslına dönüş yolunda çıkardığı feryat derin ve yakıcıdır.

Bu feryat yoksa, insan insanlığını unutmuş demektir. “

* * *

“ İnsan ayrıldığı bütünün yabancısı değildir, sadece uzağına düşmüştür.

Yani insanla Allah iki yabancı değil, sadece asılları bir, fakat ayrı kalmış iki sevgilidirler.

Bu yabancılaşma insanın şuur ve gayretiyle ortadan kalkacaktır.

Yabancılaşmanın Allah tarafı, bu işe zaten istekli ve gayretin içindedir.

O, insanı sürekli çekmekte, coşturmakta, istemekte, özlemektedir.“ ( a g e s, 89)

 

“ Ney Sembolü ve İnsan-ı Kâmil “

Mevlâna bu ilahî çekimi bu özlemi şöyle anlatmış:

Demir parçalarıyız, aşkınsa mıknatıs; bütün isteklerin aslı sensin.”

Âlem bir neye benzer, O ise her deliğinden bu neyin üfürüp durmaktadır. Her feryat, o şeker mi şeker, o tatlı mı tatlı iki dudağın zevkini bilir, duyar. “ ( Mevlâna, DK. 1/60)

 

“ Burada ney, durup dinlenmek bilmeyen aşığın, bir başka deyimle insan -ı kâmilin sembolüdür. Esasen Rûmî sisteminde bütün masiva (Allah dışındaki şeyler) ‘ney’ ile temsil edilmiştir. Çünkü onların hepsi, şuurlu veya şuursuz Allah’tan ayrılışın ateşi içinde inlemekte ve koptukları bütüne ulaşmak için didinmektedirler. Bu didinmeyi zirvede insan temsil etmektedir. “ (a g e s, 91)

Mevlâna hasretini şöyle anlatıyor:

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor.

Diyor ki; beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla kadın da ağlayıp inlemiştir, erkek de. Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim ki aşk ve özlem derdini anlatayım ona. Aslından uzak kalan kişi buluşma zamanını arar durur. “ (Mevlâna, Mesnevi)

* * *

Değerli okurlarım ney, kamıştan yapılır. Kopup ayrıldığı yer kamışlıktır.

Bu söyleyişte ney sembolü insanı temsil etmektedir. Ney (insan) inleyip feryat ederek kopup-uzaklaştığı kamışlığı ( külli varlığı ) özlemekte, O’na kavuşmayı aramaktadır. Görüldüğü üzere “ kamışlık” da bir semboldür, külli varlığı temsil etmektedir.

* * *

Mevlâna, “ İnsanın gayesini sosyal ve tarihsel olmak değil, kozmik ve evrensel olmak “ diye düşünüyor. Ona göre: “ İnsanın ölümsüzlüğü, zamana yenik düşmemesi “ budur.

Rûmî, kozmik ve evrensel olmayı, ‘sevginin yok uğruna harcanmaması’ diye ifade ediyor ve bu konuya noktayı şöyle koyuyor:

Dünyada herkes sevgilisine can verir, fakat birinin sevgilisi kan tulumundan ibarettir, öbürününki güneştir, ışıktır. Mademki herkes kendine iyi-kötü bir sevgili seçer, kendimizi bir yok için yok etmemiz yazık değil mi? ( Mevlâna, Divanı Kebir. 1/21 )

Mevlâna, sonunda çürümeye mahkûm olanı seçme, güneş ışık sembolleri ile anlattığı sonsuz olanı sev tercih et diye sesleniyor.

Demek oluyor ki dünya yaşamını okuyup-öğrenip anlamaya çalışarak, değer üreterek geçireceğiz, Allah’ın sevgisine kavuşmak için çabalayacağız.

Böyle yapan benlik, İlahî ilimden nasiplenir...Tekâmül eder...Yetkin, bilge bir varlık olur. Parça varlık olan beşer insanı için insan-ı kâmil mertebesine ulaşmak işte budur.

 

İbni Arabî ve İnsan-ı Kâmil

 

Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer,

içtikçe susarlar, susadıkça içerler." 
( İbn Arabi )

Değerli okurlarım, önceki yazımızda altını çizdiğimiz “ Hangi İnsan-ı Kâmil? ”

sorusuna Profesör Dr Yaşar Nuri Öztürk de dikkatleri çekiyor ve şöyle söylüyor:

“ Hz Peygamber’in temsil ettiği değerleri taşıdığına inanılan mürşit, veli vs tipler, burada sözünü ettiğimiz insan-ı kâmil ile her zaman aynı varlık değillerdir.

Onlar ( mürşit, veli tipler) genel manada kâmil insan olabilirler.

(Ancak) Sufî düşüncenin bahsettiği insan-ı kâmil farklı değerler yüklenen ve sistemin bir ontolojik parçası halinde ele alınan bir kavram ve bir varlıktır.

Bu kavramın tasavvuf tarihinde babası İbn Arabî, temel kaynağı da Fütûhâttır. “

Görüldüğü üzere birbirinden farklı iki insan-ı kâmilden söz edilmektedir.

Bunlardan birisi, dünya yaşamı sırasında tekâmül edip yetkinleşen, kemale erip bilgi bir benlik düzeyine ulaşan insanı kâmildir. Öteki insan-ı kâmil ise, mistik düşünceye göre sözünü ettiğimiz kamil insandan çok daha farklıdır; O, Allah’ın isim ve sıfatlarının tezahürüne sahne olan nurani bir varlıktır. Şimdi bu nurani (ışık) varlık hakkında sûfî bilgeler ne söylemişler yakından bakalım:

 

Nietzsche: “ İnsan, Hayvanla İnsanüstü Arasına

Gerilmiş Bir İptir ”

Nietzsche’nin sözünden yola çıkarak değerlendirme yapan

İlahiyat Profesörü Öztürk ip sembolünü şöyle tanımlıyor:

” Bu ipte en düşük ile en yüksek nokta arasında sayısız dereceler var.

İnsanı zirvede temsil eden tipe, tasavvuf düşüncesi, kâmil insan demektedir. “

“ Kâmil insan, bir külli ruhtur. Her şeyden önce o, normal insana göre daha üst bir toplayıcı ortamdır. İnsan zıtları, emir ve halk ( melekût ve cismani) âlemleri benliğinde toplayan varlıktır.Kâmil insan ise, ayrıca bütün insanları ( yani emir ve halk âlemleriyle birlikte bütün insanları da) benliğinde toplar. ( Rabbânî,1/307)

O bir ruh-î âzamdır.

Külli ruh oluşunun bir uzantısı da şudur: Kâmil insan, diğer velilerde

( Allah dostu bilgelerde) parçalar halinde bulunan hikmetleri kendinde birleştirir.

Diğer peygamberler tarafından parça parça temsil edilen ilahî kelime (hikmet) nasıl Hz. Muhammed’in şahsında birleşmiş ise aynen öyle de diğer velilerin birer parçasını taşıdıkları ilahî hikmet Kâmil insanın şahsında toplanmıştır.

Bu bakımdan Kâmil insan daima verendir, alan, isteyen değil.

Muhammed İkbal şöyle diyor:

Hak eri hiç kimseden renk ve koku dilenmez, onun renk ve kokusu Hak?tan alınmıştır. Onun bedeninde her an yeni bir can vardır. O, tıpkı Allah gibi her an yeni bir iş ve oluştadır.”

Bununla beraber Kâmil insan, diğerlerinin bütün niyaz ve dileklerine karşılık veremez. Çünkü o da nihayet, Allah değildir.

 

Sözü, İbn Arabî’ye bırakalım…Şöyle söylemiş:

Kâmil insan rab oluşundan dolayı mülk ve melekût âlemlerindeki bütün mahlûkların kendisinden bir şey istediklerini görür.

Halbuki onların dilediklerini yerine getirmekten âcizdir.

Bundan dolayı bazı Hak erleri hep ağlarlar.

Demek oluyor ki insan-ı kâmil, Allah’ın bazı sıfatlarının mazharı ( Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli edip meydana çıktığı yer ) olmakla birlikte, Tanrılığı temsil etmiyor.

( Y.N. Öztürk, Mevlâna ve İnsan, İnsan-ı Kâmi bölümü)

 

Hacı Bayram Veli ve İnsan-ı Kâmil

Kâmil İnsan, Hakk’ın gözüdür “

(Hacı Bayram Veli)

İnsan-ı kâmili bir de Hacı Bayram Veli’den öğrenelim:

“ …Yaratıcı daha sonra *berzahı benliğinde taşıyan kâmil insanı iki yüzlü olarak yarattı.

Onun bir yüzü zâhir ( görünen,), bir yüzü bâtındır ( gizlidir).

*( Berzah, iki şey birleştiren ortam, iki şey arasında yeralan ortam demektir.)

Bâtın yüzü zata mazhar, isimlere ve sıfatlara kaynaktır.

Zâhir yüzü âlemde ve âlemin şekillerinde ortaya çıkan ilahî isimlere beliriş alanı olmaktadır. Bâtını vahdet (birlik) zâhiri kesrettir (çokluk).

Bâtını Hak, zâhiri halktır onun…

Kâmil insan Hakk’ın gözüdür.

Hak âleme onunla bakarak rahmetini ulaştırır.

O, varlığın ruhudur da.

Beden ruhsuz ayakta duramadığı gibi âlem de, bir nefes kâmil insansız olamaz…

Onun rahmeti bütün eşyaya ulaşır, hatta ilahî isimlere bile ulaşır.

Çünkü bütün eşyanın zuhur ve devamı kâmil insanladır.

Bu itibarla kâmil insan Hakk’ın ve halkın kıblesidir.

Çünkü bütün eşyanın yöneliş noktası odur…

Zira Allah, maddi zuhur alanları dışında, ne mücerred (soyut) olarak, ne de müşahhas (somut) olarak müşahade (gözlenebilir) edilebilir, ne de idrak edilebilir…

Kâmil insansız Hak bilinemez.

O halde kâmil insan ulaşmak, Hakk’a ulaşmanın ta kendisidir.

Onu gören Hakk’ı görmüş olur, onu seven Hakk’ı sevmiş demektir.

Ona itaat Hakk’a itaattır ve onun reddetiği Hak tarafından da reddedilmiş demektir.

Ona acı veren Hakk’a acı vermiş olur…Onun ilmi Hakk’ın ilmine aynadır.

Kısaca onun zatı Hakk’ın zatı, vücûdu(varlığı) Hakk’ın vücûdu (varlığı), ilmi Hakk’ın ilmidir.” (Hacı Bayram Veli-İnsan-ı Kâmil Risalesi )

 

İlahî Bilgiye Açılan Gönüller ve İnsan

 

Değerli okurlarım paylaştığımız bilgilerin ışığında şu gerçek tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor: İnsanın, âlem hakkında en önemli bilgi edinme vasıtası olan duyu organları ve aklı ile varabileceği bir sınır var. Ve gerçek şudur ki; söz konusu sınırın ötesi de var... Bu da demektir ki; insanın akıl ve zaman üstü boyutlardan da nasiplenmeye ihtiyacı vardır.

Varlığın Allah’a bakan yüzünden, ötelerden, nasiplenmenin yolu ise insanın gönlünden (sûfî bilgelerin deyişiyle kalpten) geçmektedir. İnsan gönlüne yönelmediği takdirde maddenin, Mevlâna’nın deyişiyle beden zindanının tutsağı olmaktan kurtulamıyor.

Gerçek şudur:

Hiçbir insan karanlıkta bırakılmamıştır. Her gönülde ışığa açılan bir kapı vardır.

Gönül kapısının kanatları varlığın Allah’a bakan yüzüne açılır.

Gönlü ilahî ufka kanat açan kalplere ilham, keşif (sezgi) şeklinde göksel bilgiler iner. Kalplerini varlığın Allah’a bakan yüzüne açanlar sonsuza kanat açarlar.

Bilgi, İlahî ışımadır; gönülleri aydınlatır, yolu gösterir. “

* * *

Değerli okurlarım, anlama yolculuğumuz inşallah devam edecek...

İnsan-ı Kâmil gizemini ve varoluşu, Kur’an ve bilimin ışığında inceleyip-anlamaya devam edeceğiz. “ Varlık ve İnsan-ı Kâmil (3) “ başlığı taşıyan yazımızda buluşmak üzere hoşça kalınız.

 

Mayıs 2015 –Fevzi Acevit

 

Kısaltmalar:

Adı Geçen Eser: a g e

Büyük Türkçe Sözlük: BTS

 

Yararlanılan Kaynaklar:

  • İ b n Arabi, Nurlar Risalesi; Fütuhat; Fusus’ul Hikem

  • Abdürrezzak Kaşani, Tasavvuf Sözlüğü

  • Profesör D r Y N Öztürk: “ Mevlana ve İnsan “ ; “Kur’an’ın Temel Kavramları “ ;

“ Din Ve Fıtrat “ ; “ Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf “

  • Profesör Dr Süleyman Ateş, Kur’an’ı Kerim Tefsiri; Kur’an Ansiklopedisi

  • Diyanet, İslam Ansiklopedisi.

  • Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü

  • Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat

  • Kütüb-i Sitte

 




Sayı 26 (Mayıs - Haziran 2015)

Bu yazı 6404 defa okundu.