ADANA’DAN YÜKSELEN LİRİK BİR SES; FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

“Ne korkuyorsun

Uyanıp geceleri

Ölüm yaşayacağını yok edebilir

Yaşadığını değil” 

 

Türkiye’nin en önemli karikatüristlerinden Turhan Selçuk’un kızı Aslı bir gün bana şunu söylemişti; “Eğer bir sanatçıdan bahsediyorsak, doğum tarihini eserinin ilk yayınlandığı tarih olarak kabul etmeliyiz. Doğum yeri de eserin yayınlandığı yer olmalı.

Babamın karikatürleri ilk kez Adana’da yayınlandığına göre, Turan Selçuk Adanalı’dır.

”Aslı Selçuk’un ifade ettiği gibi; sanatı nedeniyle önemli olan birinden bahsediyorsak, ilk üretiminin bir doğum olduğunu da kabul etmeliyiz. Böyle düşünürsek eğer, Türk Şiirinin büyük ismi Fazıl Hüsnü Dağlarca da Adana’da doğmuştur diyebiliriz.

Çünkü Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ilk eseri 1927 yılında, bir ortaokul öğrencisiyken, Kurtuluş Savaşı Kahramanı Ahmet Remzi Yüreğir’in çıkarttığı Yeni Adana Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

 

“Sessizdi yeryüzü

Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı

Akdenizde

Yalnız ikimiz.

Beni seviyor musun dedim,

Yumdu gözlerini uzaklığa,

Tam sorulacak an, diye gülümsedi,

Tam sorulacak yer.”

 

TARSUS-ADANA- KOZAN ÜÇGENİF.H.Dalarca


Tabiî ki üstadın Adanalılığı da sadece bu kadar değil. 1924 yılında İstanbul’da doğmasına rağmen, ilkokul çağına geldiğinden ta ki Askerî Lise'ye gidene kadar, Tarsus-Adana-Kozan üçgeni içerisinde, Çukurova’nın doğurgan ruhundan beslenerek yetişmiştir.

Fazıl Hüsnü’nün, Hüsnü’sü bir süvari subayı olan babasının, Hasan Hüsnü’sünden gelir. Sanata düşkün bir ailenin içinde yetişmiştir. 3 abladan sonra kazan dibi bir erkek olarak doğan Küçük Fazıl, bu aile içinde piyano eşliğinde şiir dinleyerek büyümüş, bazen de şiirler keman sesine eşlik etmiştir. Çünkü ablasının biri iyi bir piyanist, diğeri ise iyi bir kemancı...

Piyano çalan ablası Tiraje, Türkiye’nin hâlâ çıkan en eski gazetesi Yeni Adana’nın sahibi, Atatürk’ün yakın arkadaşı, Ahmet Remzi Yüreğir ile evlidir. Bu yüzden Fazıl Hüsnü de bu gazetelerde yazılarını yayınlayabilmiştir.
 

“Sen korkutursun

Küçücük kuşları

Bahçelerde sabahtan akşama dek      

Ama gelince kocaman gökler geceleyin

Üstüne doğru

Senin korktuğunu duyarım.”


OTUZBİN ŞİİR


Adana Tepebağ Ortaokulu’ndan sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne giden üstadın ilk kitabı da Harbiye’den mezun olduğu gün yani 30 Ağustos 1935 de yayınlanır. “Havaya Çizilen Dünya” isimli bu kitaptaki metaforlar, simgeci ve sezgici ögeler çok büyük bir şairin doğduğunun işaretidir.

Arkasından 30.000 yanlış anlamadınız, otuzbin şiir, yüzün üzerinde kitap gelir.

 

“Bu eller miydi masallar arasından

Rüyalara uzattığım bu eller miydi.

Arzu dolu, yaşamak dolu,

Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.”

 

Şimdi biz bu otuz bin şiiri size nasıl anlatalım. Anlatamayız tabi, o zaman otuzbininde de gördüğümüz Türkçe sevgisini anlatalım;

"Şiir bütün ülkelerin ilk sesidir, Türkiye'ye gelince iş değişiyor çünkü ülkemiz kendi dilinden uzun süre yoksun bırakıldı. Genç şairlere tavsiyem, dilin gramerini hep yaşasınlar ve Türklüklerine şükretsinler. Benim şiir çalışmalarımın izi budur." diyen şair Türkçe’ye duyduğu hayranlık nedeniyle yabancı dil öğrenmeyi reddetmiştir.

1967 yılında  Dil Devrimi ile ilgili görüşlerini söylerken biraz da sitem ederek, Türkçe’ye duyduğu sevgiyi açıkca ortaya koymuştu;

"Türk Dil Kurumu’nu kurarken Mustafa Kemal’in tek mutsuzluğu vardı. Türkçe’yi sevdiğini daha Türkçe söyleyememek…. Kimilerinin şimdi tek mutluluğu var Türkçeyi sevdiklerini daha Osmanlıca söylemek...."

 

TÜRKÇE KATINDA YAŞAMAK

30 bin şiirinin bir tek hecesinde bile Türkçe olmayan bir söz kullanmamış olan hemşerimizin “Türkçe Katında Yaşamak” isimli şiiri onun Türkçe'ye duyduğu sevginin işareti olarak değerlendirilir;

 

“Seslenir seni bana yakın uzak,

Yeryüzü mavisinden gökyüzü yeşiline,

Tutsak uluslar var ya, geceler boyu

Onlar için,

Yitik özgürlükler için,

Türkçe haykırmak…”

 

Harbiye’den mezun olduktan sonra çeşitli yerlerde askeri görev yapan şairimiz, 1950 yılında önyüzbaşı iken askerlikten ayrılıp, Aksaray’da bir kitap evi açtı ve yayıncılığa başladı. Türkçe adlı aylık dergiyi çıkarttı.

 


NECATİ GÜNGÖR ANLATIYOR

Necati Güngör 1995 yılında Negatif isimli dergide bu kitapevinden şöyle bahseder;


Dalarca“Onu ilk kez, Şehzadebaşın'daki kitapçı dükkanında tanıdım. Hani, dükkan demeye bin tanık isteyen o süfli, parmak kalınlığında toz içinde yüzen garip mekanda... Çoğu zaman dükkanın kapısı kapalıydı; kendisi içeride, birtakım kitap ve kâğıt yığınlarının arasında, gözlüğü alnının üstünde, insanların bir akarsu gibi hiç durmadan geçtiği caddeye, kaldırıma bakar, bakardı öyle. Durup vitrindeki, sanki yüzyıllardan beri unutulmuşcasına tozlu kitaplara baksanız; onunla göz göze gelseniz bile, ne sizi görür, ne de ilgisini çekerdiniz! Bu zamanlarda şiir yazar, şiir düşünürdü de ondan... Üniversitenin hemen koltukaltı bir yerdi orası. Fen fakültesi'nin duvarlarını, yan kapısını görürdünüz boydan boya. Üniversite bir cadı kazanı gibi kaynardı her gün. Sancılı toplumun ağrıları caddeye, üstadın burnunun dibine kadar taşardı çoğu kez. Ve ben, Anadolu'dan tozlu ayakkabılarımla henüz gelmiş, tıfıl bir edebiyat meraklısı, çiçeği burnunda bir üniversiteli olarak, ilk gördüğüm gün, bu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, diye mim koymuştum; burası da onun ünlü dükkanı... Zaten, dükkan kapısının üstündeki kitap yazısından da belliydi; Varlık dergisinde, burada çekilmiş bir resmi mi yayınlanmıştı ne...

 
Şiir yazmadığı saatlerde dükkan kapısını aralık tutar, sözümona müşteri beklerdi. Kimileyin içeri dalardım, o saatlerde. Fiyatları birkaç yıl öncesinde kalmış, gökte arasanız bulamayacağınız birçok hikâye ve şiir kitaplarından edinirdim.Kitapların üstündeki kalın toz tabakasını bir bezle siler, altından inanılmaz ucuzluktaki ederleri ortaya çıkarırdık birlikte... Elli kuruş, yetmiş beş kuruş, yüz elli kuruş, iki lira... Bu fiyatlar üzerinden bir de indirim yapardı üstat! Sorduğum meraklı sorular ilgisini çekerdi belki; kendisinin sorduklarına verdiğim yanıtlara şaşardı belki de... Bu nedenle, öyle herkese yapmadığı bonkörlükle, kitaplarını daha ucuza satardı bana... Zamanla Tahsin Yücel'i, Oktay Akbal'ı, Salah Birsel'i de orada görüp tanıyacaktım ilk kez olarak...”

 

NERDESİN BE HEY ADANALI!


Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın tabiî ki çok sayıda da ödülü var. Aslında Yeni Adana Gazetesi’nde yayınlanan ilk yazısı bile ödüllü. Ama onun için Vehbi Koç Vakfı’ndan aldığı ödül en önemlisi olmuş. Bu yüzden;images "Bu ödül aldığım en az 200 ödülden çok daha başka. Çünkü daha öncekiler edebiyat içindeki kişilerin, sanatçıların seçmeleriyle kazanılmıştı. Bu ömrümde kazandığım ilk halk ödülüdür. Vehbi Koç iğne ucuylu biriktirdiği, hepsi de Türkiye'ye uygarlık yolu açmış çabalarıyla, bu çabalardan kazandıklarıyla yurdumuzda deyim yerindeyse ilk sivil armağanı kurmuştur. Resmi olmayan bir armağan. Daha önceki armağanların ulaştıkları yerler bu dediklerimi doğrulamaktadır. Koç'un ülkemizin şimdilik Nobel'i sayılan bu ödülü nasılsa bana verilmiştir. Bu halk ödülünü evimde, en güzel yere koyacağım. Ve bundan sonraki çalışmalarımı onun öğüdü doğrultusunda yapacağım."  görüşünü dile getirmiştir.
15 Ekim 2008 tarihinde vefat eden Fazıl Hüsnü Dağlarca, Kadıköy Mühürdar Sokak’daki evini belediyeye bağışlamış, belediye de bu evi müze yapmıştır.
Burada bir Adanalı olarak haykırmak geçiyor içimden… Neredesin be hey Adana… Bir isimsiz cadden mi yok? Hatta bir boş park bile olabilir. Kaldığı, yaşadığı yerler belli, bir müze de Adana’da açılamaz mı?




Sayı 14 (Mayıs - Haziran) 2013

Bu yazı 7740 defa okundu.