Toroslar'da Yaşayan Ahraz Prensesin Masalı
Bir varmış bir yokmuş...
Yüksek ve ulaşılmaz Toros dağlarının tepelerinde yaşayan bir prenses varmış. Adı Rana olan bu prenses; bir ucu Pamfilya’da, öbür ucu Kommegene’de olan koca Toros sıra dağlarının yaşayanları tarafından bilinir tanınırmış. Toroslar’da yaşayan bir prenses dediysem; onu dağlara hükmeden bir kralın, her dediği yapılan biricik kızı zannetmeyesiniz sakın!
Toroslarda yaşayan her varlık kendi çaplarında o kadar güzelmişler, o kadar nadideymişler ki, tek tek hepsi bir prenses veya prens gibi hissedermiş kendilerini.
Örneğin çiçekler... Üzerlerindeki renklerin canlılığının , dokularının yumuşaklığının Toroslar’da yaşamalarının kendilerine tanınan bir ayrıcalık olduğunu bilir, her yeni yılın yıldönümünde yeniden açarken bu farklılığın onuruyla, Pamuk Prenses’in kırlarda koşturduğu gibi, doğaya yayılırlarmış.
Veya kayalar... Sanki yerinden hiç hareket etmezmiş gibi duran o ağır başlı, ağır vücutlu kontlar... Sarısı güneşi kıskandıran düğün çiçekleri açacak yer bulsun diye, kışın içinde bile genleşip çatlaklarını büyütürmüşler. Kendinde yarattığı bu değişimin de Toroslar’ın yenilenme isteğinden geldiğini bilirlermiş.
Ahraz
Bizim prensese gelince. Maalesef o güzeller güzeli eşsiz varlık ahrazmış. Yani dilsiz... Bilenler bilir; Toroslar’a yakın yaşayanlar doğuştan konuşamayanlara ahraz derler.
Tabi ki Prenses Rana niye konuşmuyor diye çok araştırılmış, derin incelenmiş... Hatta Toroslar’ın ozon yüklü havasındandır, bu hava konuşmaktan çok güzellikleri gözlemleyip, yaşamaktan zevk almayı sağlayan bir tılsıma sahiptir. Prenses bu güzellikleri yaşamayı konuşmaya tercih ediyor iddiasında olanlar bile olmuş. Bu eğer Prenses Rana Toroslar’dan ayrılırsa konuşabilir anlamına da geliyormuş. Ama Toroslar’ın güzelliklerini bırakmaktansa konuşmam daha iyi diye düşünmüş prenses...
Büyücünün Kehaneti
Bir bilge büyücü ise;
“Prenses uzaklardan gelecek beyaz bir ata binmiş, beyaz elbiseli bir prensi bekliyor. Bir gün prens gelecek, elini uzatıp gözlerini prensesten hiç ayırmadan onu kucaklayacak. Eğer gelen prens gözlerinin içine bakarak prensesi öperse, Prenses konuşmaya başlayacak” diye bir kehanette bulunmuş.
Rana bir masal diyarında yaşadığını bildiği ve masallarda anlatılanların bir gün gerçek olabileceğine inandığı için, Toroslar’ın tepesinde su mercimekleriyle süslü, dünya güzeli bir gölün kenarında, uzaktan gelecek prensini beklemeye başlamış.
Kendine uzatılan hiç bir elden kaçmamış, aksine gözlerini ona dikerek kendini öpmesini beklemiş. Ama yaşadığı yer o kadar yükseklerde , o kadar ulaşılmaz yerdeymiş ki; elini uzatanlar ancak yörede yaşayanlar oluyormuş. Halbuki bilge büyücü “uzaklardan gelecek olan bir prens” dememiş miydi?
Günler günleri, yıllar yılları böylece kovalayıp gitmiş. Rana’nın adları yine Rana olan bir çok kardeşi olmuş. Maalesef kardeşlerin hepsi de ahrazmış. Böylece uzaklardan gelecek prensini bekleyen çok sayıda prenses olmuş. Bu yüzden, bana sıra nereden gelecek diye düşünen kahramanımızın umudu kırılmış.
Beyaz Ata Binmiş, Beyaz Elbiseli Prens
Tam umudunu kestiği bir gün uzaklardan tanımadığı bir ses duymuş Rana... Vınnn.. Vıııın. Vın. Vın. Sese doğru bakınca gölün ötesindeki tepede bilmediği beyaz bir şey görmüş. O sırada kendi ve kardeşleri ayakları suya girmiş bir şekilde gölün kenarında dinleniyorlarmış.
O kocaman şey önce hareket ediyormuş ama sonradan hareket etmez hale gelmiş. Daha da garibi; koca devin içinden beyaz elbiseli bir başka şey çıkmış. Beyaz elbiseli şey tepeden aşağıya inerek göle doğru yaklaşmaya başlamış. Beyaz elbiseler içinde kendilerine doğru yaklaşan şeyi görünce Rana’nın kalbi çarpmaya başlamış. Körelen umudu yeniden canlanıvermiş. “Yoksa? Yoksa? Beklediğim prens bu mu?” diye düşünerek heyecanlanmış. Sevincini bağırarak belirmek istemiş ama nafile sesi çıkmıyor. Ahraz...
Beyaz Elbiseli Prens önce etrafı incelemiş, sonra Rana’ya doğru yönelmiş, yaklaştıkça yaklaşmış. Rana artık bilge büyücünün kehanetinin çıktığına ve kendisini öpecek prensinin geldiğine emin olmuş. Ellerini uzatıp, gözlerini prense dikerek onun kendine doğru yönelmesini sağlamış. Bu sırada tüm kardeşleri de kendi yaptığını yapıyor, prensi kendilerine doğru davet ediyormuş.
Birden bire tüm doğa canlanmış, düğün çiçekleri şarkı söylemeye, beyaz bulutlar dans etmeye başlamışlar. Gölün üzerindeki su mercimekleri güneşten gelen ışıkları yansıtarak Beyaz Elbiseli Prens’e yol göstermişler.
Nokta... Nokta... Nokta... Üniversitesi
Prens Rana’ya iyice yaklaşmış... “Aman Allahım ne kadar da heybetli” diye düşünmüş prenses. Prens eğilmiş, Rana’nın gözlerinin içine bakarak ellerini uzatmış. Prenses “İşte şimdi beni öpecek ve artık herkes gibi ben de ses çıkarabileceğim” diye düşünürken, birdenbire Beyaz Elbiseli’nin elinde keskin dişleri, oynak yüzgeçleri olan, garip başka bir canlı belirmiş. Prenses şaşırmış. Onun şaşkınlığı daha geçmeden, Beyaz Elbiseli elindekini gölün suyuna bırakıvermiş. Meğerse Beyaz Elbiseli’nin göle bıraktığı ismi Suzan mı, yoksa Sazan mı olan bir canavarmış.
Suzan göle girer girmez hemen Rana’nın kardeşlerine saldırmış, yakaladığını birer lokmada yutuveriyormuş. Onları yutuverince (gözü Beyaz Elbiseli’ye takılıp kalmış olan) prensese de saldırmış. Rana kendini ancak suların derinliklerine dalarak kurtarmayı başarmış. Suya dalarken de prens zannettiği Beyaz Elbiseli’ye bir kez daha bakma isteği duymuş. Bu sırada gözü Beyaz Elbiseli’nin göğsünde bulunan bir isimliğe takılmış. Aceleyle baktığı için, ismi hayal meyal görmüş...
“ Nokta... Nokta... Nokta Üniversitesi”
Böylece Beyaz Elbiseli Prenst’en kaçması gerektiğini öğrenmiş...
Bugünlerde Rana’nın sesi hala çıkmıyormuş. Ama olsun, o “Toros Dağları’nın güzelliklerini yaşamak, konuşamamaya değer” diye düşünüyormuş.
Masallar Birer Gerçektir
Bir varmış bir yokmuş... Diye başlar ya masallar, zannedilir ki adı masal, kendi hayal... Yani aslında yok da ben varmış gibi anlatıyorum. Her ne kadar bir varmış, bir yokmuş diye anlatılsa da, aslında her masalın dayandığı bir gerçek vardır. Ve bu gerçeği hissetmek dinleyici için en önemli kazanımlardan biridir.
Öyküme bir varmış, bir yokmuş diye başlamama takılmadan, onun içerisindeki gerçeği yakalamanızın da benim kazanımımın olacağını bilmelisiniz.
Aslında bu zor bir şey değil. Çünkü benim masalımdaki her şey gerçek...
Toroslar’ın 2500 metre yüksekliğinde bulunan, Karagöl isimli, üzerinde su mercimekleri dolaşan göl mesela... Veya bahar geldiğinde düğün yapar gibi açan çiçeklerin, birer prenses gibi doğayı süsledikleri.
Toroslar'da Yaşayan Prenses; Rana holtsi
Masalımdaki en önemli gerçek ise; Dünyada sadece bu gölde yaşayan, Rana isimli prenses. Rana bilimsel ismi Rana holtsi olan Karagöl’e endemik bir kurbağa çeşidi. Bu nadide canlıyı diğer kurbağalardan ayıran ise hiç ama hiç ses çıkarmıyor olması. Ayrıca elinizi uzattığınızda kaçmayıp, gözünüzün içine bakıyor olması da ilginç. Belki bu henüz insan denilen canavarı yeterince tanımamasından ileri geliyor.
İnsan denilen canavar sözünü kendimi Rana holszi’nin yerine koyarak yazdım. Çünkü bir gün , ismini burada yazmayacağım, “Nokta... Nokta... Nokta Ünivesitesi’nden” bir kısım beyaz önlüklü, ne akla hizmetse Karagöl’de balık yetiştirmeye karar vermişler. Ve koca koca sazanları, bunlar ne yiyecek diye düşünmeden göle atmışlar. Tabi ki Suzan, pardon Sazan da kurbağaları ve yavrularını yemeye başlamış.
Benim yaklaşık 15 yıl önce ilk gittiğimde bölgede on binlerce Rana varken, günümüzde maalesef bu sayı çok ama çok azaldı. En kötüsü şimdi yapılan yanlış anlaşılmış ama, ne yaparlarsa yapsınlar sazanları geri toplayamıyorlar.
İşte böyle;
“Bir varmışşşş... Bir Prenses varmış...” diye başladık. “Ahraz... Adı Rana...”
İnşallah bizim masalımızın sonu, klasik masallar gibi olmaz. Bir varmış deriz... Ama bir yokmuş demeyiz Ranalar sonsuza kadar yaşar.
Masalın gerçeği ancakbukadar olur.Teşekkürler çokgüzel yazmışın