Yollar, Hayatımıza Yeni Hikayeler Katmak İçindir..
Ela, benim kuzenim. Akıllı, başarılı, inatçı ve idealisttir. Gıda Mühendisi olduğu İzmir’i ve memleketi Antakya’yı bırakarak hayallerinin peşinden koştu. Hiç bilmediği bir ülkeye yerleşti. Hep, Türkiye’de çok daha iyi yaşayabileceği, maddi olarak rahat bir hayat süreceği halde neden ‘güneşin hiç batmadı’ bu ülkeyi tercih ettiğini merak ederdim. Sorumun cevabını almak ve yerinde görmek üzere davetini kabul edip, tatil planımı yapmak üzere hazırlıklara başladım.
Hemen hemen hepimizin İngiltere hakkında mutlaka bir bilgisi vardır. En kötü ihtimalle Lady Diana’yı hepimiz tanırız. Ben özellikle National Galeri’nin adını sıkça duyan birisi olarak meraklanıyordum. Ne kadar güzel olabilir. Tate Modern, British Museum ve fotoğraf derneğine de gidersek ne ala…
Her zamanki yol arkadaşım Asena Avluk ile çok kolayca aldığımız vizeden ve üç saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, güzeller güzeli Ela’nın bizi havaalanında heyecanla beklediğini hissederek indik Stansted havalimanına.
Metro istasyonun nasıl kullanacağımızdan, gitmememiz gereken yerlere kadar sıkı sıkıya tembihlendiğimiz eve gidiş yolculuğumuzda Ela ile bir kez daha gurur duydum. Önemli bir şirkette iyi bir pozisyonda çalışıyor, kendi ayakları üzerinde durabiliyor ve en önemlisi de hayata büyük bakıyordu. Ela’nın ilk günler günde üç defa arayıp “kaybolmadınız değil mi?” diyerek bizleri kontrol etme sayısı her geçen gün azalmıştı. Biz ise, dünyanın en büyük şehirlerinden birine sanki defalarca gelmiş gibi rahat geziyorduk.
OLİMPİYATI GÖREBİLME HEYECANI
İlk gün planımız St. Paul Katedrali idi. Heyecan ile kalkıp metroya bindik. Olimpiyatların son günüydü ve biz rastlayabileceğimizi ümit ederken, St. Paul Metro durağından çıktığımızda dışarıda bizi maratonu izlemek üzere toplanmış yüzlerce İngiliz beklemekteydi. Hepsi çoluk çocuk bu heyecana ortak olmaya gelmişlerdi. Başka bir şey dileseydik deriz ya çoğu zaman...
Maratonun başlamasına vakit vardı. Biz de Layd Diana’nın evlendiği bu dünyanın en önemli katedrallerinden birinin içini gezmek için içeri girdik. Avrupa’daki birçok katedral gibi görkemliydi. Dışarıya çıktığımızda maraton başlamıştı. İngilizler, ülke ayırmadan tüm sporculara tezahürat ediyordu. Hangi ülkenin sporcusu geçiyorsa onun ülkesinin adını bağırıyorlardı.
ONBEŞ YILDIR UNUTULAN DÜKKAN
Ertesi günkü planımız için evden çıktığımızda erkek giyim satan bir dükkan dikkatimizi çekti.
Vitrindeki tüm ürünler toz ve kir içindeydi sanki yüzyıllardır açılmamış bir yerdi.
Öğrendiğimize göre sahibi onbeş yıl önce karısı ölünce kapatmış ve bir daha açmamış dükkanını. Kravatlar, gömlekler, fiyat etiketleri herşey onbeş yıl önceki gibi duruyor. Şaşkınlık ve garip bir hüzün ile maceramızın kaldığımız yerine devam etmek üzere metroya bindik.
Planımız, Milenyum Köprüsü üzerinden geçip Tate Modern’e gitmekti. İstanbul Modern’e benzettiğim müzeyi de çok başarılı buldum. “Hiç Türk yok mu?” diye düşünürken dört kişilik bir grubun Türkçe konuştuğunu fark ettim. “Burada ne var” diyerek aşağıdaki Flaş Mob topluluğunun etkinliğine “bakıp görmedik olmasın, ne yapıyorlar ki, boş ver, anlamadım’ diyerek uzaklaştıklarını görünce üzüldüm. Güzel olan şey ise, Ela’nın yakın arkadaşı, Hasan Hüseyin ile tanışmaktı. Sanattan anlayan birileri ile müze gezmek çok daha doyurucu oluyor.
Hasan, engelli çocuk eğitmeni ve onbeş yıldır Londra’da yaşıyor. “Neden Türkiye değil de Londra?” sorusunu cevaplamasını istediğim kişi sayısı ikiye çıkmıştı.
İÇİNDEKİ ESERLER GİBİ MUHTEŞEM YER NATİONAL GALERİ
Yeni günün sabahı istikamet, Leicester Square de inip daha önce internetten satın aldığımız müzikal biletlerimizi almak ve oradan da gezmek için heyecanlandığım National Galeriye gitmek. Tek kelime ile muhteşemdi. Odalara girdikçe bir birinden değerli tablolar sizi karşılıyordu. Bir anda Van Gogh’un “Ayçiçekleri” ile burun buruna geliyorsunuz, diğer tarafta “Rembrandt” ile göz göze.. En sevdiğim ressamlardan Vermeer’in tablolarını görmek heyecanımı katlıyordu. Paolo Veronese ile tanışmak ise benim için çok büyük bir kazanımdı. Kısacası; tablolar, mimarisi, planlaması her şey muhteşemdi. Gün boyu büyük bir zevk ile gezip, mağazasından alışveriş yaptım.
Sokaklarda size yardımcı olmak için bir çok insanın bulunduğu, hapşırdığınızda “Bless You” diyen insanların olduğu, beyaz saçlı, yaşlı, uzun boylu yakışıklı polislerin sokaklarında dolaştığı Londrada ayrıca; Oxford, Tower Bridge, London Eye, Trafalgar Meydanı, Soho, Hyde Park, Fotoğraf Derneği, gibi bir çok yeri görme şansımız oldu. Beni en çok hayal kırıklığına uğratan yer ise; Buckingham Sarayı idi. Daha ihtişamlı ve büyük bir saray düşünmüşüm nedense! Ayrıca Sarayın yanındaki galeride sergilenen kraliçenin mücevherlerini görmesem de olurdu.
MÜZELERİN TANRISI BRİTİSH MUSEUM
Londra çok güzel, National Galeri muhteşem, Tate Modern çok Modern ama hepsi bir yana, İngilizlerin yaptıkları en muhteşem yapı British Müze’dir desem abartmamış sayılırım. En hayran kaldığım ve gezmeye doyamadığım yer burasıydı. Piccadilly hattının üzerinden Holborn İstasyonunda inip biraz yürüdük ve her zamanki yaptığımız gibi sandviçlerimizi aldık. Müzenin giriş kapısının karşısındaki merdivenlerde sandviçlerimizi yedikten sonra o muhteşem yapı ile tanışma vaktimiz gelmişti. Gitmeden önce müze hakkında bilgim vardı. İnternetteki yorumlarda herkes dünyanın her yerinden çaldıkları eserleri sergiledikleri için İngilizlere sitemliydi. Ama iyi ki de çalmışlar ve buraya getirmişler diye de düşünmedim değil. Bu kadar sistemli ve bu kadar güzel bir şekilde başka kim müze yapıp sergileyebilirdi ki? Hem de bin yedi yüzlü yıllarda. İçeri girdiğinizde muhteşem bir cam ile kaplı bir tavan karşılıyor. Müzeyi gezerken ilk hissettiğim şey; müzenin içine eser koymamışlar, sanki eserler için bu müzeyi tasarlamışlar hissiydi. Her şey çok planlı ve başarılıydı. Tabii ki bir günde müzenin ancak onda birini gezebilirsiniz. Ben ise, bu kez mimarisine ve müzenin tasarımına yoğunlaşarak gezdim. Tek sevmediğim yer ise, mumyaların sergilenmesi fikri. Çocukluğumdan bu yana mumyaların sergilenmesi bana çok iç acıtıcı gelmiştir. Onları yattıkları yerde rahat bırakma taraftarıydım. Şimdi ise karşımda duruyorlardı ve ben bu fikrimi değiştirmemiştim.
Lütfen Londra’ya gidince British Müze’ye uğrayın, ama plan yapmayın. İçinizden nasıl geliyorsa öyle dolaşın, bırakın ayaklarınızı sizi gitmek istediği yöne götürsün. Haa bu arada! Aradığım sorunun cevabını da Ela’dan öğrendim. Burada herkes bir şekilde geçinebiliyor en kötü ihtimalle devlet destek oluyor, ayrıca herkes eşit ve en önemlisi kadınlar özgür..
Nazan Gökkaya
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları