ÇUKUROVA’DA FERHAN ŞENSOY RÜZGARI

21_Ekim-Rportaj-1Usta oyuncu, yazar ve yönetmen Ferhan Şensoy, Ortaoyuncular adlı tiyatro ekibiyle birlikte tam dört gün Adana ve Mersin’deydi. Yeni oyunu ‘’Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği’’ adlı güldürü oyunuyla Çukurova turnesinde  ustayla 4 günümüz birlikte geçti. Bir daha elimize zor geçecek bu fırsatı iyi değerlendirmek istedik. Seyirci ve okuyucularıyla birlikte sürekli gözlemledik günümüzün büyük kalemşorünü…
İlk etkinlik 18 Ekim 2012 Perşembe akşamı Adana Sanayi Odası’ndaki toplantı salonundaydı. Sn.Şensoy okuyucu ve izleyicilerle buluşup, söyleşi yapacak ve ardından kitaplarını imzalayacaktı. Saat:18:30’da tam zamanında birlikte girdik salona. 190 kişilik salonda yüz civarında bir meraklı grup vardı. Gönül daha yoğun bir kitle istiyor elbet. Ancak henüz sohbet başlar başlamaz çok keyifli bir ortama sürüklendik hep birlikte… Yaklaşık 70 dakika süren bu coşkulu ortamdan satırbaşlarını akta-ralım öncelikle…

Konuk: Tiyatronuzun adı neden ORTAOYUNCULAR?.. Çünkü günümüzde daha çok modern tarzda oyun oynuyorsunuz. Ortaoyuncular deyince daha çok geleneksel bir tiyatro yapısını anlıyoruz.
Ferhan Şensoy: Adımız Ortaoyuncular çünkü biz geleneksel tiyatromuz olan Orta oyunu yapısından besleniyoruz. Yani Kel Hasan’lardan, İsmail Dümbüllü’lerden gelen bir kaynaktan besleniyoruz. Ortaoyununda dördüncü duvar yoktur. Dümbüllü oyunda oynarken duvarı yıkıyor, sonra kaldığı yerden devam ediyor “Eee Pişekar nerede kalmıştık’’ diyor. Bir gün sahnede oynarken seyircilerden biri sahneye bir hıyar fırlatır. Dümbüllü hıyarı yerden usulca alır ve “Beyefendi kartvizitini yollamış” deyip oyuna devam eder. Göstermeci-Epik tiyatronun ustası Bertolt Brecht  eğer İstanbul’a gelmiş olsaydı ve Kel Hasan’ları, Dümbüllü’leri izlemiş olsaydı. Epik tiyatroyu keşfetmek için Çin’e kadar gitmesine gerek kalmazdı. Brecht hayatı boyunca kendi kurduğu tiyatro Berliner Ensemble’de tiyatroda duvarı yıkmanın uğraşını vermiştir. Brecht’in ölümünden sonrasında bile Berliner Ensemble’nin Epik Tiyatro’yu yeterince kavrayamadığını düşünüyorum. Oysa bizde, yüzyıllardır sergilenen tiyatro oyunumuzda duvar yoktur zaten. Çağdaş, modern ama gelenekselden beslenen tarzımızı korumaya çalışıyoruz.

 

'Kel Hasan Efendi’den İsmail Dümbüllü’ye, Münir Özkul’dan bana gelen KAVUK için aday arıyorum. Var mı öneriniz?...'

 

Kavuk Kime Gidecek?
Konuk: Sn. Şensoy, İsmail Dümbüllü’nün  kavuğunun sizde olduğunu biliyoruz. Peki  ne zaman bir başkasına devredeceksiniz? Bir adayınız var mı?..
F.Ş.: Bulun bir aday hemen devredelim. Hadi hep birlikte düşünelim ve bir aday bulalım. Arkadaşlar bu kavuk bana büyük usta Münir Özkul tarafından verildi.1989 yılında “İstanbul’u Satıyorum’’ adlı oyunumuzu oynuyorduk. Oyunda büyük ustalar Erol Günaydın ve Münir Özkul da var. Münir Özkul başlangıçta çok tedirgin olmasına karşın hem oyun tarzımıza hem bize ısındı ve bir gün elinde bir poşetle geldi tiyatroya; “Bu kavuk Kel Hasan’dan İsmail Dümbüllü’ye verilmiş O da bana devretti. Şimdi sıra sende ben de şimdi sana devrediyorum. Sonunda kavuk sahibini bulmuş oldu’’ dedi.  Ben de “Baba bu kavuk sana böyle poşet içinde verilmedi herhalde’’ dedim ve usulünce istedim. Birkaç gün sonra tiyatromuzda tören düzenledik ve alnımdan öperek kavuğu bana devretti. Yani Kel Hasan’dan İsmail Dümbüllü’ye, İsmail Dümbüllü’den Münir Özkul’a geçen kavuk şu anda bende ama artık devretmenin zamanı geçiyor. Bir yazar olarak yazdığım kitaplardan çok daha fazlası yazılmayı bekleyen kitap dosyalarım var. Artık oynamaktan çok sadece yazmak istiyorum. Tüm dosyalarımı kitaplaştırabilmem için 30 yıl daha bir zamanım olmadığına göre, hızlanmam lazım. Ben de bir an önce kavuğu devredip bu sorumluluktan kurtulmak istiyorum. Kavuk öyle istediğiniz kişiye verilemiyor. Birincisi “Komik-i Şehir’’ olacak, yani şehrin tanınmış komiği olacak. Aktif tiyatro yapıyor olacak, muhalif olacak, halk tarafından çok seviliyor ve tanınıyor olacak. Öyle bir süreçteyiz ki, tiyatro yapan bile yok ki… Ünlü ve komikler var ama sürekli tiyatro yapan yok. Daha çok stand-up,  show yapanlar var… Ciddi bir aday sıkıntısı yaşıyoruz yani…

Konuk: Salonunuz Ses 1885 çok görkemli bir salon, salonunuzu koruyabilecek misiniz?..
F.Ş.: Bilmiyorum çünkü biz orada kiracıyız. Her yıl dolar bazında ciddi kiralar vermemizin yanı sıra her yaz döneminde mutlaka bakım yapmak zorundayız. Ses 1885 bir müze. Her yıl bir tarafını elden geçiriyoruz. Bir taraftan boya istiyor diğer taraftan kadifeler yenileniyor vs. Kontratımız gereğince onarım bize ait olduğu için belimiz bükülüyor. Ama bırakıp gidemem çünkü biliyorum ki, bıraktığımız anda hemen yerine bir AVM dikilecek yan tarafımızda olduğu gibi… 1987 yılında burayı aldığımızda gökyüzü görünüyordu. 1987 yazında 90 gün matinesuare “Ferhangi Şeyler’’ turnesiyle onarıma para akıttık ve adam ettik. Açıldığında ciddi bir borcun içindeydik. O dönemde tiyatrolar dolduğu için borcumuzu ödeyebildik. Ama şimdi durum öyle değil. 8 ay tiyatro yapıyoruz, 4 ay kapalı dönemde tadilat ve onarım yapıyoruz ve fakat 12 ay boyunca kira ödüyoruz.

Konuk: Bir dönem yanlış anımsamıyorsam Devlet Tiyatrosu, Ses 1885’e talip olmuştu. Birlikte kullanamaz mıydınız?..
F.Ş.: Evet bir dönem Genel Müdür Lemi Bilgin istiyordu. Ama Lemi Bilgin Devlet değil, devletin memuru. Yarın o gider bir başkası gelir ve koşullar değişir. Ben dedim ki, “salonu tamamen alın bana haftada bir gün verin yalnızca; pazartesi bile olabilir. Ben geleyim haftada bir gün ‘Ferhangi Şeyler’i oynayayım’’. Ancak yönetmelik buna uygun değilmiş ortak kullanamıyorlarmış denildi. Dolayısıyla bu proje de böylece kalmış oldu.

21_Ekim-Rportaj-5Konuk: Peki ne olacak tiyatrolara?.. Yani bir tarafta televizyon bir tarafta sinema diğer yanda bilgisayar vs. Tiyatro yaşayabilecek mi?..
F.Ş.: Ne olacağını kestiremiyoruz. Ama tiyatro ölmeyecek, beş bin yıldır var olduğuna göre kabuk değiştirecek ama yaşayacak. Çünkü henüz yerine koyabileceğimiz bir şey yok. Ama son 3-4 kuşaktır benim çocuklar da dahil buna “Twitter aleyhiselam grubu” var. Tiyatro umurlarında değil. Böyle yetiştirildi bu kuşaklar; tiyatroya zorla geliyor ama cep telefonu elinden düşmüyor. “Tiyatro da neymiş’’ diyen bu kuşağa ağzınızla kuş tutsanız yaranamazsınız. Öncelikle salona getirtip kuşu nasıl tuttuğunuzu göstermeniz gerekiyor. Bizim seyircimiz bizimle birlikte yaşlanıyor artık. Şu anda tiyatro seyircisinin yaş ortalaması 40’ın üzerinde. Aynı krizi Avrupa da yaşıyor ama aynı durumda değil. Adamlarda seyirci azaldı bizde ise bitti, yok…

 

'Tiyatronun geleceği için “Çocuk Tiyatrosu’’ çok önemli. Bunun için acil ve radikal kararlar almak gerekiyor.'

 

 

Konuk: Ferhan Şensoy niye çocuk tiyatrosu yapmıyor ?.. Tiyatro çocuk tiyatrolarıyla yaşatılabilir. Geleceğin tiyatro seyircisi buradan kazanılır diye düşünüyorum, ne dersiniz?..
F.Ş.: Çok haklısınız, bize diyorlar ki; “Niye çocuk tiyatrosu da yapmıyorsunuz?’’. Çocuk Tiyatrosu bizim işimiz değil. Bu iş gerçekten çok önemli ve ciddi bir iş. Ben Batı’da okudum orada yapılanı gördüm. Oyun çalışılırken; dramaturgun yanında mutlaka bir psikolog, bir sosyolog var. Provalarda çocuğa ne nasıl anlatılır diye kafa yoruyorlar. Çocuk o zaman tiyatroyu sevebilir. Benim çocuklarım çok küçükken tiyatronun içinde büyüdükleri için; anneleri tarafından başka tiyatrolardaki çocuk oyunlarına gittiklerinde çok sıkılıp geliyorlardı ve bir daha gitmiyorlardı. Çocuk tiyatrosu adı altında düzeysiz şeyler yapılıyor ve çocuklar artık “Tiyatro buysa ben tiyatroya gitmem demeye başlıyor’’. Çocuk Tiyatrosu bir uzmanlık istiyor; ben yapamayacağım için yapmıyorum. Bence Çocuk Tiyatrosu yapılması kesinlikle kontrole tabi olmalı. Yani dileyen dilediğince Çocuk Tiyatrosu yapamamalı; bu gerçekten çok tehlikeli bir durum. Büyük oyunlarında gitmezsin olur biter dersin. Ama çocuk oyunlarında böyle bir seçicilik yok. Bu işi yapacakların mutlaka denetilmesi ve eğitilmesi gerektiğine inanıyorum.
Konunun tam da bu noktasında “Duygu Davranış Bilimleri Akademisi’’ yöneticisi Osman Turhan Özcan giriyor söze; “Bünyemizdeki psikolog ve sosyolog danışmanlarımızla Adana’da dileyen tüm tiyatrolara bu hizmeti vermeye hazırız. Adana’nın entelektüel gelişimine katkımız olursa bundan mutluluk duyarız…’’ diyor.

Konuk: Sizi bir dönem sinemada da izledik. Sinema için yeni projeleriniz var mı?..Devamı olacak mı?..
F.Ş.: Sinema benim için çok zor bir süreç. Aktif tiyatro yapan biri için koşulları, zamanı denk getirmek çok güç. “Pardon’’ filmini çekerken tiyatronun tatil dönemine getirdik. Aynı şekilde “Şans Kapıyı Kırınca’’ filmini Küba’da 15 günde çektik ve ben o sırada tiyatroyu kapatmak zorunda kaldım. Yani tiyatroyla sinema at başı gidemiyor ne yazık ki… Gece oyun oynamışız, oyundan sonra yemek yemişiz vs. Sabah saat altıda sizi sete istiyorlar. Bu nedenle zamanla çok denk gelmezse sinema bizim için çok zor… Nitekim tiyatrocu birçok arkadaş sinemaya başladıktan sonra tiyatroyu bıraktılar; beraber olamıyor. Tiyatroyla evliyim sinema da benim kaçamağım öyle düşünüyorum. Onun için de bu konuda seçiciyim.

Konuk: Çok az ama sizi başka tiyatrolarda yönetmenlik yaparken de gördük….
F.Ş.: Evet  Şehir Tiyatrosunda “Keşanlı Ali Destanı’’nı ve Antalya Devlet Tiyatrosunda “Haneler’’ adlı oyunları yönettim. Ama benim tarihlerime denk geldiği zaman ancak yapabiliyorum. Antalya’da Erdal Tosun asistanlığımı yaptı, onu kıramadım.

Konuk: Peki bu sizi heyecanlandırıyor mu?.. Yani sizin kendi tiyatronuzun bir tarzı var, dışarıdan bir oyun alsanız da kendinize adapte ediyorsunuz. Oysa burada tamamen sizin dışınızda bir kadro var. Sizin için farklı bir heyecan ya da zorluk yaratıyor mu?..
F.Ş.: Hayır heyecan olmuyor. Çünkü benim kadrodaki oyuncuların hepsi nöbetçi tiyatrodan gelen, bizim koşullarda, ortamda yoğrulmuş bir ekip. Aynı üslupla oynayan, birbirini anlayan, birbirini tamamlayan  bir takım var. Ama başkaca tiyatroya gittiğimizde bu havayı yakalayamıyorum. Hepsi kendi başına iyi oyuncular olsa bile o takım havasını bulamıyoruz.

 

'Ben artık oynamaktan çok yazmak istiyorum.Kitap haline gelmesi gereken onlarca dosyam var ve fakat 30 yıl daha ömrümün garantisi yok ki...'

 

Konuk: Peki Adana Şehir Tiyatrosunda oyun sahneye koymanızı istesek gelmez misiniz?..
F.Ş.: Efendim, ben acılı sevmiyorum. İlk defa gelmiyorum ki Adana’ya… “Allah’ına kadar acısız olsun’’ dememe karşın yine de acılı geldi. “Abi yoksa bir şeye benzemez ki…’’ diyor adam bana. İşin şakası bir tarafa; ben artık oynamaktan çok geri kalan günlerimi yazarak geçirmek istiyorum. Yolda gelirken Metin’le konuşuyoruz; “Ferhangi Şeyler’’i 1720 kez oynamışım. Bu belki de dünya rekoru, bilemiyorum. Bunları belirli aralıklarla kayda da aldım. Yani geleceğe kayıt ta bırakabiliyorum. Kel Hasan’ların, Dümbüllü’nün kaydı yoktu ama bizim var işte. 52 tane tiyatro oyunu yazdım. Artık oyun da yazmak istemiyorum, başkaca şeyler yazmak istiyorum.


Söyleşinin ardından fuayede imza süreci başladı. Tek tek her kitaba büyük bir özenle (bunun için hazırladığı iki dolmakalemiyle) kişinin adını yazarak imzalıyor. 100 civarında kitap imzaladığını ve yaklaşık 1 saat sürdüğünü görüyoruz. Hızlı bir akşam yemeği ve dinlenme sürecinin ertesi günü tüm Ortaoyuncular ekibiyle Mersin’e yol alıyoruz. Kongre merkezinde yaklaşık 500 kişilik bir seyirciye sergileniyor oyun. Oyun sonrasında yaklaşık 1 saatlik bir kitap imza süreci vardı yine. Ardından hızlıca Adana’da bir kebapçıda alıyoruz soluğu (gece saat 24:00).
20-21 Ekim Cumartesi-Pazar günü toplam 3 kez sergilenen oyun için bilet kalmıyor. Son 15 yılda ilk kez Adana’da bir turne oyunu 3 seans sergileniyor. Yine dolu dolu salonlar ve ardından imza ve sohbetler…. İşte böyle bir ortamda fırsat yaratıp otelin lobisinde bir araya geldik Sayın Ferhan Şensoy’la. Tam 26 yıllık bir dostluğun ve birbirimizi epeyce tanıyor olmanın da coşkusuyla hızlı bir sohbete koyulduk. Umduğumuzdan daha kısa süren karşılıklı sohbetten bazı başlıklar aktarmak istiyorum.

 

'Ortaoyuncular olarak ilk Anadolu turnemizi ‘’Fer- hangi Şeyler’’ ile 1987 yılında Adana’ya yapmıştık.'

 

“Ferhangi Şeyler’’in şalvarı Çukurova’dan…
Altınşehir Adana: 32 yıllık Ortaoyuncular geçmişinizde Adana’nın yani Çukurova’nın sizdeki yeri nedir? Mesela Adana’ya ilk hangi yılda hangi oyunla geldiniz?..
F.Ş.: Sanırım ilk Ferhangi Şeyler’le 1987 Haziran’ında gelmiştik. Senin organize ettiğin bir turneydi. Önce Mersin’de Limandaki açık havada oynadık. Sonra Adana’ya geçtik. Benim ilk Anadolu Turnemdi. Ben Ferhangi Şeyler’e ilk başladığımda gri bir pantolonla oynuyordum. İlk gece sahneye çıktım sırılsıklam benim pantolon, sanki altıma işemişim gibi. Ertesi günü limanın karşısında bir yerde yemek yiyorum. Bir baktım sağıma soluma hemen herkeste şalvar var. ‘’Tabii ya,bu iklimde bundan rahatı olurmu abi..’’ diye düşündüm. Seninle beraber caminin arasında bir pazara gittik. Kendime bir tane rahat, gri renkli bir şalvar aldık. O akşam (2.gece) ben açık hava tiyatrosunda çok daha keyifli oynadım. Farkettim ki, oyunun kostümüne de aykırı durmuyordu. Üstte zaten bir yelek vardı alta şalvar çok güzel oldu. Ondan sonrasında ben Ferhangi Şeyler’i hep şalvarlı oynamaya başladım. Senden Adana’dan istettim, Tiyatro’da bizim terziye diktirdim ve böyle sürdü 1720nci oyuna gelindi.

A.A.: Özelde Adana ve genelde Çukurova seyircisi için tiyatrolar tarafından “Sıcak bir seyircisi var’’ tabiri kullanılır. Seyirci yakaladı mı, benimsedi mi uzun yıllar bırakmıyor denilir. Sizde de böyle mi oldu?..
F.Ş.: Evet hem sadık hem de çok coşkulu bir seyircimiz var.

A.A.: Altınşehir Adana Dergisi olarak belki şovence olacak ama genel anlamda Adana seyircisinin sizin oyunlarınıza tepkisi, sahiplenmesi nasıl oldu?..
F.Ş.: Benim çok sıcak bir ilişkim var Adana’lılarla. Türkiye’nin her yerinde artık eski seyirci yok, azalmalar var. Ama biz Adana ve Çukurova’ya gelirken hep coşkuyla geliyoruz. Biliyoruz ki bizi bekleyen bir seyirci mutlaka var. Evet salonlar eskisi kadar dolmuyor ama bizi hiç utandırmadı, yalnız bırakmadı Adana’lılar. “Aaa, çok az seyirci var’’ durumu hiç olmadı Adana’da…A.A.: Elbette Adana’lıların da gönlünde bir yer, iz bırakmışsınız ki sizi böylesine sahipleniyor.

“Çarşambalılar ve Adanalılar kesin akrabadır…’’

 A.A.: Yıllar öncesinde sizin bana anlattığınız bir anekdot geliyor aklıma. Yaşar Kemal’le tanışmanız ve “Çarşambalılarla Adanalılar kesin akrabadır’’ diye…
F.Ş.: Evet sürekli anlatırım bunu. Bunlar ortak bir kavimmiş aslında. Orta Asya’dan göç edip gelirken yolda bir kavgaya tutuşmuşlar. Tam Anadolu’nun ortasına geldiklerinde; bir grup dönmüş öbürüne “nereye’’ diye sormuş. “Kuzeye’’ diye yanıtlayınca öbürü de “Biz de Güneye, dinine yandığım’’ deyip atını sürmüş Adana tarafına. Kuzeye giden kavim Çarşamba ovasına, Güneye giden kavim de Çukurova’ya yerleşmiş. Biraz araştırın görürsünüz çok şeyimiz benziyor; hızla köpürmemiz, küfürlerimiz, kavgacılığımız, şalvarlarımız…

18_Ekim_Sylei-_ADASO-2

 

'Yaşar Kemal’le 1978 yılında Şile’de bir otelde tanıştım.Saatlerce yürüyüp sohbet ettik.'

 

A.A.: Peki Yaşar Kemal’le tanışmanız nasıl ve ne zaman olmuştu?..
F.Ş.: “Kazancı Yokuşu’’ adlı kitabımı yazdım, temize çekmek için Şile’ye Değirmen Oteli’ne gittim (1978). Kış günü otel bomboş. Otelin sahipleri de Galatasaraylı iki kardeş. Benden bir iki yıl sonra mezunlar; “Abi buyur misafirimiz ol’’ diye ilgi gösterdiler. Bana denize nazır, çalışma masalı, üstünde lambalı bir oda hazırlamışlar. Daktiloyla yazıyoruz o zamanlar. Dedim ki,’’ Bana bir battaniye verin, masaya sereyim. Daktiloyla yazarken fazlaca ses olmasın, ben gece çalışırım’’. “Otelde kimse yok abi, istediğin gibi takıl’’ dediler. Güzel dedim ve birinci gün sabaha kadar yazdım, vurdum kafayı uyudum. Ertesi gece sabaha karşı yukarıda bir tıkırtı, bir gezinme, biri var. Ben de müşteri geldi herhalde diyerek kestim daktiloyu yattım. Sonra kalktım kahvaltıya indim. Baktım restoranda Yaşar Kemal kahvaltı yapıyor. O da oraya kaçmış bir şeyler yazmaya çalışıyormuş. Gittim kendimi tanıttım falan. “Buyur beraber kahvaltı edelim’’ dedi. “Ben bir kitap yazdım, henüz bitirmedim; okumanızı isterim’’ dedim. Biraz muhabbet ettikten sonra “Hadi sahilde yürüyelim biraz” dedi.  Biz kaptırdık deniz kenarında yürüyoruz. Kaç kilometre yürüdüğümüzü bilmiyorum. Ben çok yoruldum, onda hiçbir yorgunluk yok. Biz Adana-Mersin arası yürümüş gibiyiz o gayet rahat. Sonra anlattı bana; Adana’dayken çalıştığı bir yerde devriye bekçilik yaptığı için alışmış meğer. Onu rahatsız etmemek için gündüzleri daktiloyla yazmaya, geceleri elle düzeltmeye devam ettim. Birkaç gün sonra da bu gazla bitirip verdim. Adam da oraya eser yazmaya gelmiş kafasında yığınla şey var, ne kadar zaman ayırıp ilgilenebilir ki… İki gün sonra “Okudum, Çok güzel’’ dedi. Bu beni uçuran bir şey oldu. Yeni kitabım “Başkaldıran Kurşunkalem’’de şiirsel biçimde anlatıyorum bunu.

A.A.: Peki buradan geçiş yapalım kitabınıza. Bu serideki ilk kitabınız “Kalemimin Sapını Gülle Donatacağım’’ bir roman ya da öyküden çok yaşamınızdan damıttığınız kesitlerden oluşuyor. Serinin ikinci kitabı olan “Başkaldıran Kurşunkalem’’ de mi öyle?.. Burada bir şey dikkatimi çekiyor; yaşınız ve yaşanmışlıklarla birlikte hayata bakışınızda, siyasal duruşunuzda da bir olgunluk oluşuyor mu ve bu kitaplarınıza yansıyor mu?..
F.Ş.: Mutlaka yaşadıklarım etkilemiştir. Bakış açılarımız, duruşumuz daha bir olgunlaşıyor elbette. Ancak bu iki kitaptakiler daha çok otobiyografik tarzda. Daha çok bir günce gibi. O dönemde ne düşündüysem ne yaşadıysam o anda yazmışım. Ben bugünün bakışıyla düzeltmiyorum onları, sadece belirli bir sıraya diziyorum.

A.A.: Ortaoyuncuların 32 yıllık geçmişinde büyük çoğunluğu sizin eserleriniz olmasına karşın; dışarıdan baktığınızda tarzınızın dışında gibi görünen bir çok yazarın da oyunlarını sergilediniz. B.Brecht , Boris Vian, Aristofanes, Henri Cami, Karl Valentin gibi… Bu oyunları alıp kendinizce yoğurdunuz bize böyle sundunuz. Bunda zorlandığınız oldu mu?.
F.Ş.: Bu bir sentez. Doğru kullanıldığında, iyi sunulduğunda seyircimiz hiç yadırgamadı, bizden biri olarak gördü. Gelenekselden besleniyorum ama Batılı yazarlardan da yararlanıyorum. Kendi kan grubumdaki yazarlarla buluşmuş oluyorum. B. Brecht, Karl Valentin gibi…

 

'Geleneksel ile batıdaki absürd tiyatronun örneklerini harmanlıyorum. Kelime ve cümlelerle oynamayı seviyorum.'

 

A.A.: Kendi oyunlarınızın dışında seçtiğiniz yazarlara baktığımızda Türkiye’de hiç oynanmamış eserleri de getirerek başkaca bir misyon üstlenmiş oldunuz. Sizden önce Karl Valentin ya da Boris Vian sergilendi mi hiç?
F.Ş.: Evet bilinçli bir tercih değildi ama bizden öncesinde bu yazarların hiç biri bilinmezken aynı kan gruplarında olduğumuz bu yazarları Türkçe’ye kazandırmış olduk. Karl Valentin’in absurd tiyatrosunun yanı sıra Boris Vian’ın Fransızca’yı bozarak yeni kelimeler türetmesi çok hoşuma gitmişti. Her ikisinden de ciddi biçimde beslendim.

“Ferhangi Şeyler’’ artık bir marka ve 1720nci oyun bir dünya rekoru…
A.A.: Daha önce de konuştuğumuz için merak ettim ve internet ortamında da araştırdım. Acaba dünyada aynı, tek kişilik oyunu 26 yıl boyunca 1720 kez oynayan başkaca bir oyuncu var mı? Ben bulamadım. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki; “Ferhangi Şeyler’’ artık bir dünya rekoru.
F.Ş.: Evet, ben de başkaca bir örneğini duymadım. 7 Mart 1987 oyunun prömiyeriydi. İstanbul’da feci bir kış, facia bir kar manzarası. Beyoğlu  o dönem araç trafiğine açık ama geçebilen bir tane araç yok. Şan Tiyatrosu yakılmış, “Muzır Müzikal’’ kaldırılmış, satılan biletlerin yerine “Ferhangi Şeyler’’ bileti satıyorduk. Ortada henüz oyun yokken böylesi bir dayanışmaya girdi seyirci. Tüm olumsuzluklara rağmen Küçüksahne’deki oyunumuzun ilk günü salonda yer yoktu.

A.A.: Çok iyi anımsıyorum ve ilk oyunu izleyebilmek için Sultan Ahmet’ten Beyoğlu’na yürüyerek gitmiştim. Hiçbir araç çalışmıyordu. Kaloriferin yetersiz kaldığı o buz gibi salonda büyük bir keyifle izlemiştim.1987’den bu yana sergilenen “Ferhangi Şeyler’’ artık kendi başına bir marka. Dünyada da başkaca örneği yok. Siz ilk başladığınızda bu kadar uzun yıllar bu oyunu oynayacağınızı düşünüyor muydunuz?.. Peki bunca yıl büyüsünü kaybetmeden sürmesini neye bağlıyorsunuz?
F.Ş.: Elbette ki hiç düşünmedim dolu dolu geçen oyunlardan sonra bile bu oyunumun da 3-5 yıl sonra miadını dolduracağını düşünüyordum. O can havliyle 10 günde yazdığım bir oyundu. Can havliyle yazıldığı için “günün gazetelerini koyarım bana hem 20 dakika kazandırır hem de seyirciyle kontakt kurmamı sağlar’’ diye düşünmüştüm. Ama gördüm ki oyun aslında bu interaktif bölümden besleniyor ve güncelliğini yitirmiyor. İlk oyuna çok korkarak çıktım ama ilk günde patladı. Özellikle izleyiciyle doğaçlamalar çok etkiledi kitleleri ve örnek olmaya başladı.

 

'Tiyatro 4 bin yıldır var olduğuna göre; her şeye karşın yine yaşayacak. Yerel yönetimlerin ciddi desteğine gereksinim var.'

 

A.A.: Daha öncesinde yine bir büyüğümüz Tiyatroyu “Ölü Sanatlar” sınıfına koymuştu. Oysa siz diyorsunuz ki; “4 bin yıldır var olduğuna göre yine de yaşayacak’’. Peki  Avrupa’da bu konuda yerel ve merkezî yönetimlerin katkısı nedir?
F.Ş.: Kültür Bakanlıkları’nın yanı sıra belediyelerin de ciddi destek ve subvansiyonları var. Bu konuda fonlar havuzlar oluşturuluyor. Örneğin  otopark otomatına atılan paraların belirli bir yüzdesi bu amaçla bir havuzda toplanıyor ve projelere göre dağıtılıyor. Yani salon, vergi  ve teknik desteğin yanında bu türde ek bütçeler yaratılıyor. Tüm Avrupa’da buna benzer çözüm arayışları var. Bizim ülkemizde de bunlar uygulanmak zorunda.

A.A.: Sn. Ferhan Şensoy, 4 günlük bu güzel turneniz ve bu coşkulu söyleşileriniz için tüm Çukurova’lılar  ve Altınşehir Adana Dergisi adına teşekkürlerimizi sunuyorum. İyi ki geldiniz.
F.Ş.: Asıl ben teşekkür ederim. Yıllardan sonra ilk kez bu denli coşkulu ve dolu bir organizasyon için. Hem seyircimizle buluştuk hem de yardımlarla amacımıza ulaştık, ne güzel. Ayrıca Altınşehir Adana Dergisi’nin son sayısını okudum. Gerçekten çok beğendim; dolu dolu, başarılı, profesyonelce hazırlanmış bir dergi. Fotoğraf ve konular çok güzel. Yalnız küçük bir eleştirim olacak; benim gibi zor seçenleri de göz önüne alın harfleri daha büyük seçin ki, daha rahat okuyabilelim…




Sayı 11 (Kasım - Aralık 2012)

Bu yazı 20631 defa okundu.