Matematikten Müziğe,Gülsin Onay...

Olağanüstü teknik ustalığı, enerjisi, çalışkanlığı ile otoriteler, Gülsin Onay’ı sıradışı bir piyanist olarak değerlendiriyor

 

Sevgili Gülsin Onay ile Adana’daki konseri öncesi evdeyiz. Ortak dostlarımız Sefa Özler, Ahmet İhsan ve Nevcihan Çay sohbetin ortakları… Chopin, Rachmaninov ve Adnan Saygun konumuz. Ve tabi ki Gülsin’in kendisi…

Olağanüstü teknik ustalığı, enerjisi, çalışkanlığı ile Gülsin, sıra dışı bir piyanist olarak değerlendiriliyor. Dünyanın en önemli orkestralarının solisti olmuş, müziğini yorumlamış olduğu konuşuluyor.

 

Yani bir bakıma otoritelere atıfta bulunuyoruz. Gülsin bir keresinde, çok iyi bildiği ama farklı yorumlamak istediği bir müzik için nasıl saatler, günler boyu çalıştığını anlatmıştı. Bütün bunları bilmeme rağmen, sadece müzik ile Gülsin tarif edilemez diye düşünüyorum.

Daha önce kısmen bildiğim aile yaşamından konuşuyoruz, ama asıl konuşmayı televizyon programımda yapıyoruz, en sonunda ben bu iki sohbeti birleştiriyorum ve bu keyifli yaşam öyküsü ortaya çıkıyor.

Matematikçi Dede…

Anneannesi, aristokrat bir aileden geliyor, paşalar filan var yani soyağacında ...

Dede tarafı ise Tatar… Dedesinin dedesi Kazan’da meşhur bir matematikçi. Ve onun karısı piyanist, kızı kemancı, oğlu da kendisi gibi matematikçi.

Torunu ise Kerim Erim, yani Gülsin’in dedesi. Türkiye’nin ilk doktora sahibi bilim adamı… Einstein’la görüşebilen tek Türk.

Aileye iç güveysi olarak geliyor. Gülsin’in anneannesiyle evlenip Erenköy’deki köşke yerleşiyor. Teknik Üniversite’de profesör, bir çok değerli bilim adamı yetiştiriyor.

Demirel, Erbakan…

ve İçgüvey Alman…

Dede Gülsin’e, yetiştirdiklerinden ikisini esprili bir şekilde şöyle anlatmış:

“En iyi öğrencilerim Süleyman ve Necmettin.

İkisinin de müthiş matematik zekası var. Ama Necmettin aralarda hep namaza çıkıyor, onun için biraz üzülüyorum!”.

Ve öğreniyorum ki bunların soyadları Demirel ve Erbakan.

Gülsin’in dedesi kızının iyi bir piyanist olmasını istiyor. Yıl 1953. Onu Stuttgart’a yolluyor. Çok güzel ve yetenekli ama, bir o kadar da heyecanlı. Sahnede elleri titriyor, ezberlerini unutuyor. Bu nedenle ünlü bir piyanist olamıyor ama aşık oluyor. Gülsin’in babasına, hem de ailesinde matematikçiler olan bir kemancıya…

Büyük bir aşkla evlenip meşhur köşke dönüyorlar.

İşte tam da burada çok hayıfl anıyorum. Birkaç yıl önce ben bu iç güvey babayla yani Joachim Reusch’ la tanıştım, sohbet ettim. Bu hikayeyi, azıcık biliyor olsam, bir de onun ağzından dinlemek ne hoş olurdu…

Dahi çocuk yaşlanmış

Gülsin 3,5 yaşındayken müziğe başlıyor. Aslında, müzik hayatlarında her zaman var. Erenköy’de her köşkten piyano sesi yükseliyor o yıllarda. Onların evinde ise anne piyano, baba keman çalıyor ve Gülsin o nağmelerin içinde, belki de annesini piyanodan kıskanarak, piyanonun başına geçiyor ve bir daha da kalkmıyor.

Başlangıçta yaptığı müziğin insanları kendine hayran bırakması, inanamamaları, herkesin ilgi odağı haline gelmesi, hem de kendine bu kadar kolay gelen bir şeyin, bu kadar beğenilmesi çok hoşuna gidiyor. 6 yaşında ilk konserini İstanbul Radyosunda veriyor ve büyük olay oluyor. Sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda Mithat Fenmen ve Adnan Saygun’dan iki yıl özel ders alıyor. Ulvi Cemal Erkin ise hemen Paris’e gönderelim, üstün yetenekli çocuklar kapsamında diyor ve ekliyor;

“Gerçi yaşlanmış bu çocuk!”

Oysa Gülsin henüz 12 yaşındadır ve Paris’te ise en küçük yine odur. Kıyaslandığı İdil Biret ve Suna Kan ise 6 yaşında gönderilmiştir.

50 ülke… 65 şehir…

O günden bu güne 50 ülke, 65 şehir de Gülsin’in müziği dinlenir. Artık “müziğimi yaparım ve mahvederim onları” diyerek ilgi çekmek istediği dönem bitmiştir.

Çoğu dostu, müzik yaptığını çok sonra öğrenir. Bilmek istediği şey ise “Müzisyen olmasam da beni severler mi?” sorusunun cevabıdır. Aslında o kadar hoş, zarif, kibar, esprili ve güleryüzlüdür ki, onu sevmemek mümkün değildir. Sahnede ise gerçekten ‘harika’ dır, dünyaca tanınan, çok başarılı, bol ödüllü, gurur duyduğumuz devlet sanatçımız, piyanistimizdir.

3. evliliğini büyük aşkı Tony Scholl’le yapar. O da Oxford’da okumuş bir matematik profesörüdür ve kontrbas çalabilmektedir, zaten başka türlüsü de düşünülemez.

Ailenin erkeklerinin ortak paydası matematik ve müziktir. Gülsin’le Tony’nin ikinci evlilik töreni, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası ailesi tarafından Seyhan Otelinde gerçekleştirilmiştir.

Çünkü, bilmelisiniz ki; Gülsin, Adana’da doğmamış bir Adana’lıdır. Adana’yı ve Adanalı dostlarını, Adanalı izleyicilerini çok sever. Bu sevgisi karşılıklıdır. Adanalılar da geleneklerine uygun olarak, konserlerinde onu hiç yalnız bırakmayarak sevgilerini gösterirler…

 

Lirden Piyanoya…

Orpheus’tan Gülsin’e…

Adana müzesine yaptığım ziyaretlerden birinde, karanlık köşelerden çıkan bir “musa”, kolumu tuttu ve beni bir mozaiğin önüne götürdü. Görmemi istediği şey mozaiğe ustalıkla yerleştirilmişti; Orpheus lir çalmakta ve tüm vahşi hayvanlar büyülenmişçesine onu izlemekteydi…

Gösterdiği mozaik, Tarsus Adliye binasının kazısında, ismi bilinmeyen bir Romalı zenginin villasının salonunda bulunmuştu. Mozaik taşların kullanım tekniğine göre, üçüncü yüzyıla ait olmalıydı. Mozaikle yapılan bu ev süslemesi, görkemli Roma döneminde bile oldukça pahalı bir yöntemdi. Ve bu yöntemi tercih eden Romalı zengin, binlerce yıl sonraya taşıyacak bir mesaj peşindeydi. Bugün biz bu Mozaikten bahsederek, Tarsuslu Romalının, yüzlerce yıl sonra, sanki vasiyetini yerine getirmekteyiz..

Mozaikte gördüğümüz Orpheus, Trakya Kralı’nın, bir Musa olan Calliope’den olan kızıdır. Zeus’un dokuz kızından birisi olan Calliope, esin perilerinin (musamüz) lideridir. Sözcüğün ilk hecesi Calli “İyi, güzel” anlamındadır. Opos ise “ses”, yani Calliope “Güzel sesli” anlamındadır. Calliope sözcüğünde bir şiir tadı ve bir kaç notalık olsa da, bir müzik hissi vardır. Calliope sözcüğü aynı zamanda, ondokuzuncu yüzyılda bir süre kullanılan buharlı piyanolara verilen bir addır.

Her yerde bulunmayan esin perilerinin, bulunduklarına inanılan kutsal yerlere müze denildi. Musa ve müz, günümüze kadar, müze, mozaik, müzik sözcükleri içinde yaşayarak geldi.

Her müze gezisinde, kenardan köşeden bir musanın kolumu tutmasını ve bana bir şeyler anlatmasını beklerim, müziklerini hissederim.

Çukurovanın havasından suyundan toprağından etkilenenler, binlerce yıl önce müzisyenleri korumuş, kollamış, değer vermiş, olanak sağlamıştır. Tıpkı binlerce yıl sonra bu gün bizlerin, Adanalıların

yaptığı gibi…




Sayı 1 ( Mart - Nisan 2011 )

Bu yazı 6080 defa okundu.