“YURTTA SULH, CİHANDA SULH'U” DOĞRU ANLAMAK

  Yıllar önce okuduğum bir cümle beni oldukça etkilemişti: “Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.” Bir Afrika atasözü olan bu cümle insana, içinde yaşadığı dünyanın yalnızca kendine ait olmadığını ve geleceğe yönelik sorumluluk içinde bulunduğunu hatırlatan en güzel sözlerden biridir. 
 
      Bizler tarih boyunca, yaşam üzerine düşünmüş, doğamız gereği varlığımızı sürekli olarak korumaya çalışmışızdır. Bugün ise dünyanın ve insanlığın geleceğinden duyulan “kaygı” üzerinde düşünülmesi ve yanıt aranması gereken en önemli sorunların başında gelmektedir. Şiddet, sürekli artan eşitsizlikler, tüm dünyaya yayılan terörizm, liderlerin ötekileştirici tutumları, içinde yaşadığımız çağın en büyük savaş tetikleyicileridir. Bu nedenle ”savaş ve barış” kavramları, dünyanın geleceği için üzerinde çok daha ciddi düşünmemizi gerektirmektedir. 
 
 
      Yüzyıllar içinde uygarlığın gelişimi, aynı zamanda savaş araçlarının da gelişmesini sağlamış, ulaşılan teknoloji Hiroşima ve Nagasaki’de insan eliyle kara bir lekeye dönüşen güç gösterisi halini almıştır. Ne yazık ki tarihin sayfaları işte bu karanlık lekelerle doludur. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki M.Ö. 3.600 yılından başlayarak, günümüze kadar barış içinde geçen sadece 292 yıl yaşamış, bu süreçte 14.538 savaşta 3.5 milyar insan hayatını kaybetmiştir. Son 2000 yıldır çeşitli dönemlerde 1.650 kez silahsızlanma yarışı yapılmış ancak bunlardan sadece 16'sı savaşsız sona erebilmiştir. Görüyoruz ki yüzlerce yılda elde edilen “demokrasi, özgürlük, insan hakları” gibi kavramlar ne yazık ki hiçbir dönemde sürekliliğini koruyamamış, Anadolu toprakları da  yüzyıllar içinde savaşlardan payına düşeni fazlasıyla almıştır.
 
 
SÖYLEMİN KÖKENLERİNİ ARAYIŞ
     14. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkan Hümanizm düşüncesiyle insanoğlu kendi gücünü ve bireyselliğini tanımaya başlar ve Rönesans'ı doğurup tüm Avrupa'ya yayar. Oysa Anadolu topraklarında Rönesanstan 2 yüzyıl önce ortaya çıkan bazı düşünürler insanın önemine vurgu yapmaktadır. İlk Türk eserlerinden olan Yusuf Has Hacip’in yazdığı Kutadgu Bilig’de hoşgörü anlayışının yansımalarını ve bu konudaki tavsiyelerini görürüz: “Kötülük edersen kötülüğün karşılığı pişmanlıktır. Elinden gelirse kötülüğün inadına iyilik yap”der. Daha sonraları Yunus Emre’den, Mevlana’ya, Hacı Bektaş Veli’den, Karacaoğlan’a kadar bir çok tarihi isim dünyaca tanınmış, sevgi ve hoşgörünün sembolü olmuşlardır. Anadolu’da Türk’ün yapısında olan hoşgörü anlayışı Yunus’ta doruğa ulaşır. Herkese bir gözle bakan Yunus Emre parolasını "sevelim sevilelim" seklinde ifade ederek tüm Dünya insanlarına bu yaklaşımıyla örnek olmaktadır. Mevlana’nın, Yunus Emrenin, Karacaoğlanın tüm insanlığı kucaklayan düşünceleri, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” sözleri ile devam etmektedir.
 
 
    Günümüzden bakıldığında, savaşların, ölümlerin bütün dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde asker ve komutan olmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk’ün bu söyleminin büyüklüğüne ve doğruluğuna bir kez daha şahit oluyoruz. Bir çok cephede bulunmasına rağmen sorunların üstesinden gelmede savaşı hiç bir zaman çözüm yolu olarak görmemiştir. Barışa verdiği önemi, “Savaş zorunlu olmalıdır, zorunlu olmayan savaş cinayettir.” sözleriyle vurgulamıştır. Atatürkün barış yanlısı bu düşüncesi; 13 Ağustos 1923'te Meclis'in İkinci Dönemini açarken konuşmasına şöyle yansımıştı;
 
      "Dış ilişkilerimiz hakkında fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyorum. Bu husustaki kesin tutumumuz dünyaca malum olmuştur. Bütün komşularımızla ve diğer devletlerle dostça geçinmeye  ve karşılıklı saygı ve dostluğa dayalı siyasetimizin devam edeceğine şüphe yoktur. Şunu açıklamak isterim ki, sulh dönemine bir samimiyetle ve ciddi bir sükun isteğiyle giriyoruz” Atatürk'e göre barış, mutluluğa gider, savaş ise en son düşünülecek yoldur. Onun sözleriyle: “Barış milletin refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince, devamlı bir koruma ve itina ister ve bu durumun sürekliliği için her milletin ayrı ayrı çabalaması gerekir.”Atatürk, dünyadaki milletleri bir apartmanda oturan komşulara benzetiyor ve bir Amerikalı gazeteciye şöyle bir benzetme yapıyordu: “Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanlarından bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur”.
 
 
        29 Ekim 1933'deki konuşmasında ise şu sözleri oldukça dikkati çeker: "Türkiye Cumhuriyeti'nin en esaslı ilkelerinden biri olan Yurtta Sulh, cihanda sulh gayesi insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı âmil olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş olmak bizim için övünç kaynağıdır. İnsan mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü, dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Dünya ve dünya milletleri arasında huzur, anlaşma ve iyi geçinme olmazsa bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan yoksundur.”
 
O'nun barışçı yönüyle ilgili, Alman bilim adamı Herbert Melzig'in değerlendirmesini çok değerli buluyorum; "Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk’ün güç verici ve yön gösterici derslerinden örnek alsınlar…”
 
 
SONUÇ
     İlk baştada söylediğim gibi; Bu dünyada hep “ötekilerle” birlikte yaşarız. Bizden sonra bu dünyada yaşayacak insanlara karşı çok büyük sorumluluklarımız vardır. Nasıl ki hepimizin varolmaya, gelişmeye, varlığımızı sürdürmeye hakkımız varsa, diğer insanların ve toplumların da buna hakları vardır. Ne yazık ki ötekiyle olan ilişkilerimiz barıştan ve diyalogdan çok çatışmayı ve savaşı içermektedir. Peki bu durum değişebilir mi? Yani insanlar ötekiyle ilişkilerini nasıl düzenlesinler ki çatışmalar olmasın? Yine aynı sekilde devletler arasındaki ilişkiler nasıl kurulsun ki savaş olmasın?
 
Barış gerçekleşmeyecek bir ütopya mıdır? Dünya, kapitalizmin, emperyalist devletlerin, uluslarası şirketlerin yalnızca bir pazarı, ham madde ve enerji deposu olarak görüldüğü sürece, barış korkarımki bir ”ütopya” olarak kalmaya devam edecektir. İnsanlık başarır ya da başaramaz, ama bu ütopyaya ulaşmayı denemek, insan olmanın bir gereğidir. Bu nedenle barış severlerin de en az savaş severler kadar cesur ve kararlı olması, sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekir. Çünkü barış kazanılabilir, savaş ise kayıptır, insanın insanlığını kaybetmesidir. Bu nedenle insan kendi içindeki savaşı kazanmadıkça, hep kaybedecektir. Arzu duyduğumuz huzur, sükun ve rahatlık ancak hep hayalini kurduğumuz barışla elde edilebilir.
 
       Bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık. Hatırlamak için; aynaya bakıp kendimize soracağımız soru şudur: Biz kimiz? İnsanız, öyleyse insanlıkla ilgili hiçbir şeye kayıtsız kalmamalıyız...
 
 



Sayı 34 (Eylül - Ekim2016)

Bu yazı 5180 defa okundu.