SİVİL İTAATSİZLİK (Sivil Direnme Hakkı)

İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumsal yaşam içerisinde gereksinmelerini giderir.  İnsan, “asla yalnız başına ‘insan’ olamaz; insanı ‘insan’ yapan toplumdur”.

Toplum,  farklı özellikleri taşıyan insanların bir araya geldiği bir zemindir. Bu nedenle birlikte yaşamaktan kaynaklanan bütün sıkıntıları üstünde taşır. Birlikte yaşamayı devamlı  kılmak için, bu sıkıntıların aşılması gerekir. Bu amaçla insanlar birtakım organizasyonlar vücuda getirmiştir. Bunların en önemlisi Devlettir.

Devlet, bir siyasi organizasyon olarak, toplum halinde yaşamanın en gelişmiş şeklidir.

Burada Devlet derken; “belirli sınırlar içinde yerleşmiş bulunan insan topluluğuna, istikrarlı bir siyasal örgüte ve kurumsallaşmış bir siyasal iktidara sahip modern devletler” kastedilmektedir.

Devlet siyasi iktidarın hukuki olarak örgütlenmiş halidir. Bu devletin aynı zamanda bir hukuk düzeni oluşturduğu anlamına da gelmektedir.

Tarihin hiçbir döneminde insanların devletle karşı karşıya gelmediği, iktidarın buyruklarının, yönetim tarzının insanlarca tartışmasız, olduğu gibi kabul edildiği bir “altın dönem”yaşanmamıştır.

 

İnsanın devlet ile  mücadele etmesi  başlıca iki nedene bağlanabilir:

1-Birincisi, insanın “amaçlı etkinliklerde bulunan bir varlık” olmasıdır.  İnsan bilinçli olarak yapıp eden, eylemde bulunan bir varlıktır; kendisini ve çevresini bir takım amaç-değerler doğrultusunda değiştirme istek, irade ve yeteneğine sahiptir.


İşte bu özelliği nedeniyledir ki zaman zaman insanın devletle çatışması kaçınılmazdır. Çünkü “devlet”, belli bir siyasal tercihe sahip insanların kullandıkları bir iktidardır. Bu iktidarı ellerinde tutanlar,  kendilerine yakın insanların/gurupların/sınıfların amaçlarına uygun olarak faaliyette bulunur ve bunlar ötekilere oranla siyasal iktidardan daha fazla yararlanırlarsa, bu durumda iktidardaki siyasal anlayışı paylaşmayan ve bu nedenle zarar gören insanlar, yönetime karşı direnme hakkını kendilerinde göreceklerdir.


2-İkincisi,  devletin  sahip olduğu gücü kullanırken, genellikle toplumda belirlenmiş kuralların (pozitif hukukun) dışında hareket etme eğilimi göstermiş olmasıdır. Güç kullanma tekeline , yargı makamlarına, eğitim kurumlarına, vb. sahip organize bir güç olarak devlet, insan karşısında çok güçlü bir konumdadır. Devlet iktidarını ellerinde tutanlar bu gücü, zaman  zaman, belirlenmiş olan kuralların dışında kullanarak, insanların özgürlüklerini kısıtlamış veya özgürlüklerini ortadan kaldırmış, haklarını kullanmasını engellemiş veya imkansız kılmış ve . bütün insanları kendisine itaate zorlamış olabilir .Bu durumda, gücünü mutlaklaştırma amacıyla kurallara aykırı kullanan devletin dayatmalarına  k a r ş ı  insanların  m ü c a d e l e  içine girmesi söz konusudur. Nitekim, baskı aracı haline dönüşmüş ve meşru olma niteliğini yitirmiş bir devlete karşı “direnme hakkı”,  “doğal bir hak”  olarak görülebilmektedir.


O halde direnme hakkını daha  iyi anlayabilmek için; önce siyasi iktidarın  meşruiyetini sonra da doğal hak kavramlarını incelemeye çalışalım.

 

“ Siyasi iktidarın meşru olması “ ne demektir?


Modern devlet XVI.ve XVII.yy.da Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır.  Modern devletin maddi özünü cebir oluşturmaktadır.  Siyasi iktidarın hukuki olarak örgütlendiği ve kurumlaştığı yerde devletin varlığından söz edilmektedir.

Siyasi iktidar, siyasi toplumun kaderiyle ilgili temel kararları alabilen, kapsayıcı ve merkezileşmiş iktidardır. Analitik olarak, siyasi iktidarın maddi unsuru  “ c e b i r  t e k e l i “ , manevi unsuru ise  “ m e ş r u l u k “ , yani rızaya dayanmasıdır.   
“CEBİR TEKELİ”, ülkede güç kullanma  ve  zorlamaya başvurma yetkisi sadece siyasi iktidara ait olması demektir; Bu da demektir ki, siyasi iktidar rakip tanımaz. Yasalarla yapılan bu yetkilendirme dışında, kimsenin bireysel veya topluca cebir kullanmasına izin verilmez.
“MEŞRULUK “, Siyasi iktidarın bütün bir toplumu bağlayıcı temel kararları alabilmesi, sürekli olarak zor kullanma araçlarını tek başına elinde bulundurabilmesi onun meşru olmasına bağlıdır. Meşruluk, iktidarın bağlayıcı karar alma ve emretme yetkisine vatandaşların  rıza göstermesi, yani onun bu yetkiye sahip olduğunun yaygın olarak kabul edilmesi demektir. Başka bir anlatımla, meşruluk siyasi itaatin gönüllü olması anlamına gelir. Bu bakımdan meşruluk, sivil toplum- devlet ilişkisinin barış temeli olarak görülebilir..

 

Max Weber’e (1864-1920) göre meşruluğun başlıca üç farklı kaynağı vardır;GELENEK, KARİZMA VE GENEL NORMLAR

 

Geleneksel meşruluk, siyasi iktidarın meşruluğunun yerleşik geleneklerden ve bunların kutsallığına olan yaygın inançtan kaynaklandığı durumu ifade eder.  Geleneksel otoritede, mevcut düzen, kutsal, ebedi ve dokunulmaz olarak görülür. Egemen kişi veya gurup bu konuma genellikle veraset yoluyla gelir. Tebaa yöneticilere kişisel olarak ve sadakat bağı ile bağlıdır; ayrıca bu durum dini ve kültürel inançlarla pekişmiştir. Yönetim kişisel ve oldukça keyfi bir özellik gösterir. 


Karizmatik meşruluk, yöneticilere bir takım olağandışı, hatta insanüstü vasıflara sahip olduklarına inanıldığı için itaat edildiği durumlarda söz konusudur.Yani, önemli olan yöneticinin olağanüstü vasıflara gerçekten sahip olması değil, fakat öyle olduğuna inanılmasıdır.Karizmatik liderler genellikle bunalım ve kargaşa zamanlarında ortaya çıkan  liderlerdir.  Hitler ve Ayetullah Humeyni gibi.


Akılcı-hukuki meşrulukta  ise, siyasi iktidarın kaynağı genel normlardır; iktidar sahipleri bu yetkiyi herkes için bağlayıcı, akılcı yasalardan (yani hukuktan) almaktadır. Burada siyasi itaat  yöneticilerin şahsına değil ilkelere ve kurallaradır. Çok yaygın bir formülle söylersek, insanların değil, “yasaların yönetimi” söz konusudur. Yönetim mevkiinde olanlara, kişiliklerinden dolayı değil, fakat mevkilere geliş yöntemleri ve kullandıkları yetkiler yasalara uygun olduğu için itaat edilmektedir.

 

Demokrasi, bir özgürlükler rejimidir. Düşünceyi açıklama, siyasal örgütlenme ve muhalefet hakkı olmadan özgürlükler gerçekleşemez. Demokratik bir düzen için siyasal bir muhalefet geleneğinin olması gerekir. Siyasi Özgürlükler ve muhalefet ortadan kalkarsa, demokrasi de ortadan kalkar. 
Demokrasi, esas itibariyle yarışmacı bir sistemdir. Çoğunluğun yönetimi pratik bir kuraldır. Bu kural ile çoğunluğun tercihlerine ahlaki bir üstünlük tanınmasının bir ilişkisi yoktur. İktidarı kullanma belirli bir zamanla sınırlıdır. Sonsuz olarak hiçbir kimseye bırakılamaz. Bu gün çoğunlukta olanlar, yarın azınlık olabilirler. Fakat bunun gerçekleşmesi ancak, azınlıklara çoğunluk olabilme imkanını sağlayan düşünce ve örgütlenme imkanına bağlıdır.

 

İşte tam burada konuyu derinleştirebilmek amacıyla bir takım sorular soralım:

İtaatsizlik bir demokraside haklılaştırılabilir mi? Meşrulaştırılacaksa ne zaman ve hangi şartlar altında olmalıdır?  Demokratik bir devlete rıza gösterildiği için onun kararlarına her zaman uymak mı gerekir? Demokratik bir devleti seçmek ve desteklemekle, bu devletin yasalarına kayıtsız şartsız itaat etmek olarak tercih edilmiş mi olunmaktadır? Yani çoğunluğun kararları en hayati çıkarları ve değerleri tehlikeye attığında yine itaat gerekli midir?
Bu konuda; Bir demokraside sivil itaatsizlik de dahil, hiçbir tür itaatsizliğin meşru olamayacağını ileri süren görüşler vardır:

A) İnsanın özgürlüğü ancak toplum içinde mümkündür.Toplum halinde yaşamak insanın doğası gereğidir. Ortak yaşama ait kuralların belirlenmesinde her üyenin doğrudan katılmasına imkan yoktur. Dolayısıyla çoğunluğun yönetimi zorunludur. Bir arada yaşamanın temeli, birliğin bütün üyeleri için bağlayıcı olan kararlara itaat etmeyi gerektirir. Bu iddianın en yüceltilmiş sunumu, toplum sözleşmeleri kuramlarının özünü oluşturur. Çoğunluk yönetimi, hür bir halkın yegane yönetim biçimidir; bunun kabul edilmediği halde geriye tek seçenek kalır: Anarşi ve Despotizm. Bir kanuna itaatsizlik eden biri, bu tavrıyla, aslında, “ ne yapılması konusunda diğerlerinden daha çok söz hakkına sahibim” demektedir. Bundan dolayı, bir demokraside kurallara karşı gösterilen sivil itaatsizlik, en temel demokratik ilkenin ihlali anlamına gelir. Bu görüşte olanlara göre, sivil itaatsizliğin sonuçları adeta domino taşları etkisi gibi yıkıcı olacaktır. Bu yargı ahlaki gerekçelerle de desteklenmektedir. Bu iddialardan birinde şöyle denilmektedir. “Biz vatandaşlar, hükümetin bütün kanunlara uymasını beklerken, bireylerin kendi yargılarını yasanın yerine koymasını istemek, nasıl mümkün olabilir?”

 

Demokraside sivil itaatsizliğin meşru olamıyacağına dair bir başka görüş ise: 
B) Azınlık haklarına güvence sağlayan bir demokraside, sivil itaatsizliğin asla meşrulaştırılamayacağı görüşü pek çok düşünür tarafından paylaşılmaktadır. Kuralların demokratik süreçlerle konması ve bunların yine demokratik süreçlerle değiştirilmesi, temel hakların korunmasında en büyük güvencedir. Azınlıklar çeşitli yollardan karar alma sürecini etkileyebilir ve ikna yoluyla çoğunluğa ulaşabilirler. Demokrasileri vazgeçilmez kılan budur. Yani gerçek bir demokraside “çoğunluk” sosyolojik bir sabite değildir; iktidarı ebedi kaybeden ve kazanan yoktur. Bir demokraside, azınlık hakları korunduğu müddetçe, kanuna uymama sorunu olmaz. Şu halde, her hangi bir itaatsizlik, ancak demokratik süreçlerin tanınmadığı, azınlık haklarının korunmadığı, özgürlüğün bulunmadığı totaliter rejimlerde meşru olabilir. Bu sistemlerde oylama ve ikna hakkından mahrum ve ümitsiz olanlar, hem mantıksal hem de ahlaken kanunlara uymak mecburiyetinde değillerdir.

 

Demokrasilerde sivil itaatsizliğin meşru olduğuna dair görüşler de vardır:

Bir demokraside itaatsizliğin olamayacağını öne sürenler, demokrasinin paradokslarını ve “KÖR” noktalarını ihmal etmektedirler. Hepsi bir yana, bir demokraside sivil itaatsizliğe dikkatlice bir meşruiyet alanı açmak, demokrasinin olgunluğu açısından oldukça önemlidir.

 

A)  Demokrasilerde sivil itaatsizliğin meşru olduğunu düşünenlerden bir kısmına göre; Demokrasinin ruhu gereği, çoğunluğun düşüncesinin azınlık düşüncesine ahlaksal bir üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Bir kanunun temel hakları ihlal etmesi halinde, kanunun nasıl ve kimler tarafından yapıldığının önemi yoktur. Franz Neuman’ın dediği gibi: “Çoğunluğun iradesini yansıtıyor diye herhangi bir yanlış doğru olmaz; belki bu yolla daha büyük yanlış olur. Demokrasiyi anlamlı kılan onun bir sivil kültür olarak yaşama daha çok hizmet etmesidir.” Sivil itaatsiz eylemlere girişen bir azınlık, bir kararın kendileri için ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu, onlar için nasıl bir baskı oluşturduğunu, çoğunluğa gösterme imkanı bulabilir. Bu durumda sivil itaatsizlik, çoğunluğun kararı değiştirmesinin bir fırsatı olabilir. Sorgusuz bir çoğunlukçuluğa bağlanmakla, merhamet, adalet v.s. değerleri nereye koyacağız.

 

B) Bir başka sivil itaatsizlikle ilgili olumlu görüş ise: Anayasal bir demokraside, hükümet edenlerin, mevcut kurumları işletememesi veya kişisel faydaya yönelmeleri dolayısıyla ortaya çıkabilecek haksız uygulamalara karşı tavır alma yöntemlerinden biri olarak sivil itaatsizliğin meşruiyeti farklı düzeylerde değerlendirilebilir. Demokrasinin en başta gelen paradoksu, çoğunluk kuralı ilkesidir. Gerçekten çoğunluk, özgür kurumlara inanmıyorsa ya da sonradan bu duruma gelmiş ise, ne olacaktır? Öte yandan, demokrasilerin çöküş, yeniden doğuş ve çürüme dönemleri olabilir. Böyle bir bozulmaya karşı, kurumsallaşmış araçlar, parlamenter kontrol, politikanın aleniliği, mahkemelerin bağımsızlığıdır.  Sivil itaatsizliğin, en başta demokrasinin bu paradoksunun aşılmasında önemli rol üstleneceğini hesaba katmak gerekir. Bu durumda karşı durmanın bütün maliyetlerini yüklenerek sivil itaatsizliğe girişmek neden bir imkan olarak düşünülmesin? Öyle ya, çoğunluk, özgür kurumlara inanmayan ve iş başına gelince hemen her zaman onları yıkan, totaliter ve otoriter rejimleri desteklerse ne olacaktır? “ÇOĞUNLUK KURALI”na kayıtsız şartsız bağlanan bir kimse böyle bir durumda çözümsüz bir çıkmaza düşebilir.

 

Ayrıca “DEMOKRASİ-ÇOĞUNLUK-BASKI” ilişkisinde kritik bir noktayı daha açıklamakta fayda var. Şöyleki demokrasinin çoğunluk rejimi olması, baskının her zaman çoğunluk tarafından gerçekleştirileceği yanılgısını doğurabilir. Çoğunluğun baskısı örneği tarihte çok görülmüştür. Ancak çoğunluk baskısına eşdeğer hatta ondan daha tehlikeli olan, bir bakıma, üstü örtük bir azınlık yönetiminin, fiilen egemen olarak temel hakları ihlal etmesidir. Günümüzün bazı demokrasileri için geçerli olan bu durumu ifade etmek üzere çeşitli kavramlar türetilmiştir. Bunlardan en dikkate değer olanı, belki de “DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ” tanımlamasıdır. Servetin geniş toplumsal tabana yayılmadığı ülkelerde batılı anlamda demokrasi kurulamamıştır. Servetin sadece mutlu bir azınlığın elinde toplandığı bu toplumlarda demokrasi, kurulu güç yapısına hizmet etmektedir. Sonuç olarak, ilerici reformlar engellenirken, statüko korunur. Demokrasi, seçimlere biçimsel katılımdan ibaret kalır.

Çağdaş toplumlarda azınlık yönetimine ilginç bir yorum getiren MİLLS, çağdaş dünyada, belirli bir azınlık iktidarına doğru hızlı bir gidiş olduğunu söylüyor.”İKTİDAR ELİTİ” adlı kitabında, demokrasinin beşiği sayılan Amerika’da, siyasi liderler, askeri liderler ve büyük şirket yöneticilerinden oluşan bir “iktidar eliti” oluştuğunu, büyük kitleleri etkileyen kararların bu üçlü koalisyon tarafından alındığını böylece küçük gurupların ve bireylerin siyasal kararlarda söz sahibi olmalarının giderek imkansızlaştığını vurgulamaktadır. (MİLLS C.Write. “The Power Elite” New York: Oxford University Press.1957).

 

C) Bir başka olumlu görüş ise;HER ŞEYDEN ÖNCE, DEMOKRASİ TAMAMLANMIŞ BİR PROJE DEĞİLDİR. Bunlar, sorunlarını çözen toplumlara uyan bir kalıp değil, aksine kendileri ile sorunların çözüldüğü çerçevelerdir. Bu itibarla sivil itaatsizlik, bazı siyaset bilimcileri tarafından demokrasinin  turnusol kağıdı testi sayılmaktadır. Bu düşünürlere göre, sivil itaatsizlik demokrasinin testidir; çünkü demokrasi, haklara, demokratik konsensüs dışında kalan moral görüşlere saygıyı içermelidir.  Üstelik sivil toplum, hoşgörülü olgun bir siyasi kültürü gerekli kılar. Buna paralel olarak sivil itaatsizlik, hakların yaratılması ve genişletilmesinin yani demokratikleşmenin motoru işlevini görür. Şu halde, “kendinden emin her anayasal demokrasinin sivil itaatsizliği siyasi kültürünün doğal bir boyutu olarak kabul etmesi gerekir.”

 

DEMOKRASİ VE SİVİL İTAATSİZLİĞİN MEŞRUİYETİ KONUSUNDA ÖZET-SONUÇ OLARAK ŞUNLARI SÖYLEMEK MÜMKÜNDÜR:

 

Eksik de olsa bir demokrasi yoksa sivil itaatsizlik olamaz. Öte yandan sivil itaatsizlik yoksa demokrasi en azından tehlikededir ve/veya çeşitli yozlaşmalara açıktır. Hatta bir kişinin istibdadına varabilecek bir tür baskının ortaya çıkması mümkündür. Demokratik rejim, bazı yozlaşma biçimlerine açıktır. Halkın gönlünün boş sözlerle hoş tutulması (demogoji) bile bir demokrasinin özünü yok etmeye yetebilir. Böylece sistemin duyarsızlaştığı, yozlaştığı bir süreçte, adeta bir “ŞOK” uygulaması denebilecek olan sivil itaatsizliği, demokrasinin tedavi yollarından biri olarak görmek gerekir. Sivil itaatsizlik tedavide son çare olabilir.

 

Sınırları iyice belirlenemeyen, her an saptırılabilecek olan sivil itaatsizlik, amacını aşabilir. Öyleyse koşulsuz bir sivil itaatsizliği demokrasi ile ilişkilendirmek tehlikelidir. Elde somut bir ölçü olmamakla birlikte, demokratik bir yönetimde sivil itaatsizliğin meşruiyeti fayda analizine bağlanabilir. Fayda, maliyeti aşıyorsa sivil itaatsizlik meşru sayılmalıdır.

 

Sevgili Okurlar  iki bölüm halinde hazırladığım bu makalenin  birinci bölümü burada sona ermektedir. Gelecek sayıda buluşmak üzere sevgiyle kalın.




Sayı 16 (Eylül - Ekim) 2013

Bu yazı 4840 defa okundu.