LİSE'NİN BACALARI

Bir zamanlar Adana yeşilin dalga dalga yayıldığı daha duygusal insanların şehriydi. Erkek Lisesi’nin karayağız delikanlılarıyla Kız Lisesi’nin cesur yürek kızları, delikanlı sevdalarda buluşur mektup satırlarında şiirlerin  mısralarında sevişirlerdi.Erkek Lisesi’nden mezuniyet, yalnızca sınav kazanmaktan geçmezdi, geçilmesi gereken bir de Lise Havuzu vardı.

 

Erkek Lisesi Havuzbaşı
1960’lı yıllar...


İdare Binası ile sınıfların yer aldığı öteki  bina arasındaki havuzun çevresinde haykırışlar birbirini izliyordu. “ Kavga mı var,  ne oluyor? “ diyen toplanmıştı havuz başına.
Öğrenci çemberini geçmeyi başaranların karşılaştıkları manzara ilginçti: 
Topal Akif (Ünal), elinde bir –bir buçuk metre boylarında paslı bir dikenli tel parçası, ” Gelin atın da  görelim kabadayıysanız ulan!!! “  diye haykırarak meydan okuyor, topal ayağının bulunduğu tarafa doğru kaykılarak, kendi tabiriyle “ Eski Türkçe dört gibi yürüyerek “ horozlanıyordu. 
Akif’in bir kaç metre ilerisinde Bello Selahattin (Mamay), hemen yanında Evliya Sıdık ( Koç), Baba Cahit (Girmen) ve Antika Hasan (Acarel), Topal Akif’e,  atak yapıp kaçacak delik bırakmamaya dikkat ederek, sağa sola yayılmış havuz çevresini kuşatmışlardı.
Bello Selah, yüzünde hinlik tasarladığını belli eden uçuk bir  gülümsemeyle, “ Elindeki  tele fazla güvenme... kurtuluşun yok *olum, sonun orası...” diyerek havuzu gösteriyordu.  *( Olum:  oğlum’un kısaltılmışıdır)
Baba Cahit ile Sıdık Koç da onu tasdikliyorlardı:
“ Kurtuluşun yok Topal... Ayvayı yedin olum...”
Antika Hasan merhamete gelmiş gibi yapıyor... “ Lan yazıkkk...bırakalım da gitsin garip! “  diyerek yol verecekmiş gibi kenara çekiliyor, “ Akif olum burdan kaç... ben tutmayacağım lan, söz...” diyerek Topal Akif’i yemliyordu. Akif ağzından köpükler saçarak, yaklaşan var mı diye dört yanını kolaçan ediyor,  bir yandan da laf yetiştiriyordu: “ Onu yiyen Antepe gitmiş...Ben kaçın kurrasıyım ulan! Sen giderken ben geliyordum...Hadi! Hadi!  Kışş...” diyerekten elindeki teli sallıyor Antika Hasanı kışlıyordu. ( Antika Hasan’ın öteki lakabı ‘Kör Hasan’dı... Gözü kör olduğundan değil bir gözü şehla baktığından kazanmıştı bu namı.)
İşin enteresan yanı, Akif ve takipçilerinin etraflarını kuşatmış seyircilerin oluşturduğu öğrenci halkasının içinde bir kaç hocanın da bulunuyor olmasıydı. 
Hocalar bu müessif (!) olaya müdahale edeceklerine gülüşüyor izlemeyi tercih ediyorlardı. İdare binası ise hemen iki adım ötesiydi.
Seyircilerin ön sıralarına sokulan bir çocuk arkadaşına, “ Lan şimdi *Tesbih  Müdür ya da Senfoni Memet gelir bunları enseler! “ diye muhtemel tehlikeye(!) dikkat çekiyordu.  Çatışan taraflar ise  ( Topal Akif’in tarafında tek kişi) bekliyor, hamle yapmak için fırsat kolluyorlardı...

 

 


 

 

*Dönemin Erkek Lisesi Müdürü Nurullah Berberoğlu’ydu. “ Tespih “ lakabını, tesbih çekmesinin yanı sıra, bizi yakaladığında tesbihlerimize el koyması sebebiyle bihakkın kazanmıştı.
Babacan bir hoca ve tatlı-sert otoriteye sahip bir idareciydi.
Bir defasında Lise’nin doğu duvarının orada bizi sigara içerken yakalamıştı. Bizi azarlarken şöyle söylüyordu: “ Oğlum... Tuvaletlere, kebapçının oraya, odunluğa geliyor muyum? Gelmiyorum...Karşıma geçip sigara içmenizin ne alemi var!?
O yakalanma sırasında tespihlerimiz yine *müsadere edilmişti. *( Müsadere el konulmuştu demek oluyor...) 
* * Senfoni Memet,  hem müzik hocamız hem de başmuavindi. Sessiz sedasız kabul ettirdiği bir otoritesi vardı. Centilmendi...Yüzünde müziğin icelttiği ruhunun yansımasını farkedebilirdiniz.
Senfoni namını a’dan z’ye haketmişti.

 

 


 

 

Gazipaşa İlk Okulu
1950’lili yıllar...
 

Gazipaşa İlk Okulu’na kaydımı annem yaptırmıştı. 
Elimden tutup okula götürdüğü ilk gün Çakmak Caddesi’nden geçmiş *Park Otel’in bulunduğu sokaktan yukarı çıkarak Tepebağ Orta Okulu’nun önünden doğuya devam etmiş, dar sokakları aştıktan sonra okula ulaşmıştık. (*Park Otel: Çakmak Caddesi üzerinden sapılarak dosdoğru Tepebağ Orta Okulu önüne çıkan sokak üzerinde Bebekli Kilise’nin yanındaydı.) 
*   *   * 
Tepebağ Orta Okulu’nun önünden geçtiğimiz sırada bir gün gelip orada okuyacağım aklıma bile gelmemişti. Gazipaşa’ya doğru yol alırken çocuk gözlerimden hangi duygular yansıyordu bilemiyorum, ama...“ Yolu öğrenemezsem kaybolurum “ diye korktuğumu çok iyi anısıyorum. 
O yıllarda Gazipaşa binasında çift tedrisat vardı. 
Aynı binada iki ilk okul, Gazipaşa ve Beş Ocak barınıyordu. 
Biri sabahçıyken ötekinde okuyanlar öğlenci oluyorlardı.
Annem beni “ İyi okul ” dedikleri için oraya yazdırmıştı. İyiydi iyi olmasına da, evimize çok ama çok uzaktı...Ta.. Şakirpaşa Hava Alanı’nın oralardan gelecektim okula. Derslere de mecburen hep geç kalacaktım.

 

Tepebağ Orta Okulu
 

İlk okulla birlikte  öğretmenlerimize, “ Örtmenim “ diye seslendiğimiz çocukluk yılları geride kalmış oluyordu. Artık onlara “ Hocam” diye seslenecektik. 
Kendimizi farklı hisseder olmuştuk. 
Öyle ya... Orta Okullu oluyorduk bu güne bugün! 
Orta Okula başladığımızda, kendimizi, delikanlı olmuş hissediyorduk.
Oysa on üçüne henüz basmak üzere olan çocuklardık.
Tepebağ Orta Okulu kapısından içeri girerken, beş yıl öncesini, “ Yolumu yitirerek kaybolur muyum acaba!? “ diye korkan o küçük çocuğu anımsamış mıydım? 
Doğrusu hatırlamıyorum...Belki de anımsamışımdır. Ya da, yeni bir dönemin merak yüklü heyecanı içinde unutmuşumdur o çocuksu korkuyu... Ama o , “ yolunu yitirerek kaybolma riskinin “ tüm gençleri hayat yolu üzerinde bekleyen bir yaşam gerçeği olduğunu, akan zaman ve  olaylar, hepimize çok iyi öğretecekti.

 

Çorçil ve Deli Turgut
 

Tepebağ Orta Okulu’nun disiplin odağı *Çorçil’di. ( Mustafa Barın ) 
Çorçil hem beden dersi hocamız hem de Müdür Muavini’mizdi.
Bir doksanlık boyu, sert görünümü ile okulu sindirmişti. Çörçil’in otoritesine  okulun çift dikiş giden külhanbey öğrencileri de  biri hariç boyun eğmişlerdi.
O  tek kişi Deli Turgut’tu...O, Çorçil’den korkmuyordu.
Orta okula adım attığım yıl Deli Turgut son sınıftaydı. Kafası çalışmadığından değil ders çalışmayı sevmediği için çift dikiş gidenlerdendi Deli Turgut. 
Bir gün Çorçil’in yolunu kesecek kıyasıya dövüşeceklerdi.
Ve O kavga yıllarca dillerden düşmeyecekti. 
Kim mi kazanmıştı? 
O kavganın kazananı yoktu...Deli Turgut boksördü, ne var ki, uzun bacaklarını kullanarak kendini çok iyi savunan Çorçil’e yaklaşamamıştı bile. 
Sonra, epey sonra...Çorçil’in otoritesinin arkasına sakladığı çok iyi hoca olmasının yanı sıra çok da iyi bir insan olduğunu anlayacaktık.

 

(Kambur) Müdür
 

Tepebağ Orta Okul Müdürü Memduh Kumbasar’dı, namı diğer “ Kambur Müdür...”
Memduh Hoca, ince uzun boylu zayıf bedenli bir insandı.
Sırtı farkedilecek ölçüde kamburdu. 
Namını da oradan almıştı. Türkçe derslerine girerdi. 
Orta Okul birinci sınıflarda dikkat çeken zeki ve çalışkan çocukları ikinci sınıftan itibaren özel bir sınıfta toplardı; bir tür üstün zekâlılar sınıfı gibi...
Bize orta ikide gelmişti.
Onu, öğrenciye güven aşılayan tutumu ve kişilikli olmanın önemini bize çok iyi öğretmesiyle anımsarım. Failatun failatun faulün/ Köfte yiyin köfte yiyin bayılın “ aruz vezni uygulamasını da ondan öğrenmiş, yaşam boyu anımsamıştık.
Yazılı yaparken “ Size güveniyorum, kopya çekmezsiniz “ deyip sınıfı, bize bırakır giderdi. Peki kopya çeker miydik?  Hayır çekmezdik. 
Hoca böyle olur işte...” 
Kambur Müdür bize kendimize saygı duymayı, gösterilen güvene layık olmayı öğretmişti.

 

Türkçe’ci Kikirik


Orta birde Türkçe dersimize Mesadet hanım girmişti. 
Onunla yollarımızın bir kez daha kesişeceğini o günlerde bilemezdim.
Meğer asıl mesaisi Erkek Lisesi’ndeymiş. 
Orada psikoloji dersine girermiş...Ve lisedeki namı da “Kikirik” miş.
Çaylak öğrencilik dönemimiz olduğundan henüz bu asıl bilinmesi(!) gerekenleri öğrenememiştik!
Mesadet Hanım, zayıf bedenli, ince yüzlü, uzunca burunlu bir hanımefendiydi. Sinirlendiğinde sesi olağanüstü tizleşir çın çın öterdi. Herhalde bu özelliklerinden dolayı öğrenciler ona “kikirik” lakabını uygun bulmuşlardı. 
Pek de yakışmıştı doğrusu.

 

( Bakkal )  Mahmut


Orta birdeki ilk yılımız bir nisan yağmuru gibi geçmişti.  
Kendimi orta ikinci sınıfta Kambur Müdür’ün özel sınıfında bulmuştum.
Can dostum Selah ile aynı sınıfta buluştuğumuz yıldır orta iki. Aynı zamanda, Cebir  dersimize Bakkal Mahmut’un  girmeye başladığı dönemdir orta iki.
Bir iyi birde kötü yani...
*   *   *
Mahmut Hoca, her haliyle dikkat çekici bir insandı. Gözlüğü, herhangi bir yazıyı okumadığı zamanlarda, bir ucu kulağında öteki ucu çenesinde olarak dolaşırdı. 
Aynı zamanda kantinden sorumlu müdür muavini olduğu için “ Bakkal”  lakabını hak ederek almıştı.
Zor bir hocaydı...
Ondan 5 alabilmek deveye hendek atlatmak demekti. 10 alan ise duyulmamıştı,  çünkü vermezdi... ” 10 bana ait bir nottur “ derdi.
Yazılı yapacağı zaman terör estirirdi. Peki, hiç bir kimse kopya çekemez miydi?
Diğerlerini bilmem ama bizim Selah cebirden bal gibi de kopya çekiyordu. 
Yan yana oturuyorduk ondan biliyorum...
Üstelik Selah’ın maharetinden ben de nasipleniyordum.

 

“ Babanı mı çağırıyorsun kaçıncı babanı! “


Yıl sonuydu...İkişer yazılı yapılmış, geriye sadece kurtarma yazılısı kalmıştı.
Orta iki cehennem gibi yaşadığım günlerin yılıydı.  
O yıl sülüsüm dolmuştu. 
Bir gün daha gelmezlik yaparsam sınıfta kalma riski ile baş başa kalmıştım. 
Üstelik birinci dönem ders çalışmadığım için karnemde çok sayıda zayıf not vardı; onları kurtarma sorumluluğuyla da başbaşaydım.
Yani kurtarma yazılısı benim için yaşamsal önemdeydi. 
Selah için de daha bir çok arakdaşımız için de durum böyleydi.
Kurtarma yazılısında Bakkal Mahmut yan yana oturan öğrencileri tekler çiftler diye ayırmış, her gruba ayrı soru yöneltmişti.
Sorular yazıldıktan sonra faaliyet başlamıştı. 
Bakkal Mahmut gözlüğü kulağı ile çenesi arasında sınıfta dört dönüyordu. 
Göz açtırmıyordu kimseye.
Selah’ın kopya metodu basitti: Çıkacağını tahmin ettiği soruların yanıtlarını yazılı kağıdının arka sahifesine kurşun kalemle yazıyordu.. Hazırladığı  cevap çıktı mı, gerisi kolaydı.  Onun kopya mutfağı bana da yarıyordu.
Ama...Bakkal Mahmut sınıfta hışımla dört dönerken illegal faaliyet(!) zordu doğrusu.
Neyseki bunun tedbiri önceden alınmıştı.
*   *   *
Ders başlayalı 10 dakika kadar olmuştu ki, dışardan “ Lan Bakkaaalll...” diye seslenen bir haykırış duyulmuştu. Bütün sınıf  merakla başını kaldırıp  ne olduğunu anlamaya çalışırken Bakkal Mahmut’un saçsız başı kıpkırmızı olmuştu bile. Bu tanıdığımız bir kızıllıktı; öfkelendiğini gösterirdi.
Bakkal başta işi pişkinliğe vurmuş bağırtıyı duymazlıktan gelmişti.  
Gözleri dört dönerek öğrencileri izlemeye devam ediyordu. 
Ne yapacağız diye kara kara düşünürken aşağıdan yine aynı nara duyulmuştu.
” Lan Bakkaaal dükkanın açık gel çabuk kapat...” 
“ Lan Bakkaaal...Duymuyor musun dükkan açık dükkan...”
Bu ısrarlı haykırışların tetiklediği öfkeye direnemeyen  Bakkal Mahmut’un  sonunda tepesi atmıştı...Hışımla pencereye koşmuş bağırarak cevap yetiştirmeye başlamıştı...
” Babanı mı çağırıyorsun  ulaaan...kaçıncı babanı! “
*   *   *       
Bakkal Mahmut’u çileden çıkaranın sesini tanımıştık.  Okulun kulağı kesiklerinden Maratoncu Kaya idi. 
Diğer adıyla “ *Çek Lokomatifi Kaya...” 
*( Kaya hem sigara içer hem de maraton koşuda birinciliği kimselere bırakmazdı. Bu nedenle ona ‘Çek Lokomatifi’ adı uygun görülmüştü...)
Bakkal Mahmut, Maratoncu Kaya’ya laf yetiştirirken kopyalar fora edilmişti...Velhasıl kurtarma yazılımız sonuç olarak çok verimli (!) geçmişti.
*   *   *
Orta üçte yine özel sınıftaydık.
Ve yine Selah’la yan yana oturuyor birlikte okuyorduk.
Sınıfın en iyi matematikçisi hiç tartışmasız  (Mahkeme ) Adil’di.
Mahkeme lakabı ona niçin uygun görülmüştü anımsamıyorum. 
Adil çok terlerdi, işte bunu çok iyi hatırlıyorum.
Terlemesinden dolayı mıydı?
Mümkündür,  öğrenci mantığıyla(!)  “ Ciddiyet sahibi insanlar terler “ diye  düşünülmüş olabilirdi.
Yine matematikçi zekâlardan Asım ve Agah vardı.
Matematik hocamız kim miydi? Elbette Bakkal Mahmut...
Bu da şu demekti; mezuniyet sınavlarımız da zorlu geçecekti.
Bizi olay çıkarıp kurtaracak Maratoncu Kaya da artık ortada yoktu. 
Velhasıl iş başa düşmüştü.

 

(Deli) Meyet


Müzik, renkli geçen derslerimizdendi.
Çünkü hocası renkliydi;  (Deli) Meyet....( Doğru yazılışı ve söylenişi Müeyyet’dir...)
Müeyyet Hocahanım şık giyinirdi...Zarif hareket ederdi...İnce yapılı bir hanımdı. Onun dersinde hoca sınıfa girerken azami ciddiyetle ayağa kalkılır, oturacağı sandalyenin üzerine hemen bir dosya konurdu. Dosya,  hocanın eteğinin arka kısmını sandalyenin tozundan korumak içindi.
Müeyyet hanımın eli deliydi. Kafasını attırdınız mı, elinden eksik etmediği cetvelle kafanızı yarması mümkündü. Zaten “Deli Meyet” namını parlayan bu ani öfkesi sayesinde kazanmıştı.

 

Nezahat Moto


Biyolojiye Nezahat Moto girerdi.
Ona layık görülmüş bir takma ad var mıydı diye düşünüyorum... Herhangi bir takma ad anımsayamıyorum.Lakabı yoktu...O Nezahat Moto’ydu, o kadar! 
Ciddi, otoriter, öğrenci psikolojisini dikkate alarak davranan bir hocaydı. 
Belkide bu niteliklerinden kaynaklanan saygınlığı sebebiyle ona uyan bir takma ad üretilememişti. Ceza verme yöntemi ise unutulacak gibilerden değildi!

 

Selah gaza basınca ortalık karışıyor


Sınıfta yaptığımız şakalardan biri de “ gaza basmaktı...”
Gaza basma şakası, arka sırada oturanın öndekinin poposunu ayağıyla itmesi demek oluyordu.
O gün Selah’ın haylazlığı tutmuş, öndeki çocuğa takmıştı.
Zil çalmış sınıflara girmiştik...Selah hoca henüz sınıfa girmediği için fırsat bu fırsat deyip gaza basmaya girişmişti. Hızını alamayıp Hoca sınıfa girdiğinde de devam edince, kıyamet kopmuştu. Gaza basılan arkadaş usanıp yüksek sesle itiraza başlayınca Nezahat Moto’nun dikkatini çekmişti. 
Doğruusu Hoca da  sorunla çok yakından (!) ilgilenmişti.
Hem de ne ilgileniş!
Nezahat Moto elinde ince bir sopa ile dolaşırdı sınıfta. 
Haykırışı duyunca doğru bizim sıraya yönelmiş, “ Ne oluyor orada?” demişti.
Çocuk  bize doğru bakarak:  “ Hocam beni sürekli itiyor! “ diye şikayet etmişti. Nezahat Moto, “ Kim?  Hangisi? “ deyince Selah ortaya çıkmıştı. 
Hoca hışımla yanımıza gelmiş, sopayı kaldırınca Selah sağ avucunu vursun diye öne doğru uzatmıştı...Ama o ne! 
Hoca sopayı Selah’ın eline değil tepesine indirivermişti. 
Kırılan sopanın parçalarından biri de Selah’ın açık avucuna düşüvermişti.  
O  da  istifini hiç bozmadan kırık parçayı almış,  “ Hocam buyrun kaybolmasın! “ diyerek  uzatmıştı...Sınıf kıkır kıkır gülünce ortalık daha da karışmıştı. 
Selah yaptığı esprinin bedelini pahalı ödeyecekti. Nezahat Hoca’nın ünlü ve asıl ceza verme şekli, öğrencinin saçından bir tutamı sıkıca tutup ısrarla kıvırma yöntemiydi. 
Sopa darbesi  ise sürprizdi !  Nezahat Moto Selah’ın saçlarını iki parmağı arasına almış koparırcasına kıvırıp - bükerek çekiştirmişti. 
Selah da inadına “ of! “ bile dememiş iyi dayanmıştı doğrusu.  
Şikayetçi arkadaşa ne olduğuna gelince, onunla okul dışında elektrik direğinin dibinde  buluşulup hesaplaşılacaktı. Var mıydı öyle şikayet etmek!

 

Lise’nin Bacaları


Zaman akıyordu... 
Orta üç de sonunda bitmiş kapağı liseye atmıştık.
O dönemde  Adana’da 1. Orta Okul Tepebağ, 2. Orta Okul İstiklal’di.  
Bir de Erkek Lisesi ile, Kız Lisesi vardı. O dönemin Adana’sında, Öğretmen Okulu’nu saymazsak, orta öğrenimin eti budu bu kadardı işte!
1960’lı yılların Adana Erkek Lisesi yan yana üç binadan oluşuyordu: 
Doğudan batıya doğru ilk iki bina, “ Eski binalar “ diye anılırdı; İdare ve Laboratuar doğudaki binada yer alırdı. Lise’nin kadîm ( kuruluştan bu yana gelen)  yapısını söz konusu eski binalar oluşturuyordu. Daha aşağıda güneyde  Müdür lojmanı olarak kullanılan bir  de ev vardı. Odunluk, evle eski binaların arasındaydı.

 

Zambo: “ Aclar...Aclar...”


Odunluk önemli bir mekândı...Sigara içtiğimiz ve *Zambo’nun kebap tezgahında sucuk ekmek yiyip karın doyurduğumuz yerdi orası. 
Teneffüslerde dolar taşardı. *Zambo, okul kebapçısının lakabıydı. 
Namını derisinin çukulata renginden almıştı Zambo... ‘Aclar aclaar... sucuk ekmeğe geel!!!’ diye sıtma görmemiş sesiyle haykırarak müşteri kızıştırırdı.  
Okulca çok severdik Zambo’yu...Asıl adı neydi derseniz... Doğrusu bilmiyorum.
Diğer liseli arkadaşların da bildiği kanaatinde değilim...O  Zambo’ydu...Gönüllerimizdeki  anılarımızdaki yerini  o adıyla almıştı. 
Lise binalarına dönersek... 
Zamanla öğrenci sayısı arttıkça bahçe daralacak binalar çoğalacaktı. 
Tarihi iki eski binanın arasındaki genişçe alanda, çevresi çiçekli  ortasındaki fıskiyeden sular fışkıran bir havuz vardı. O havuz  ise varlığını hep koruyacaktı.

 

“ Yok öyle kolayından mezuniyet!
Erkek Lisesi’nde, Havuz’dan geçilerek mezun olunur...”


İşte yazımızın başında anlattığımız olay o havuzun çevresinde yaşanıyordu:
Topal Akif, elinde bir-birbuçuk metre boylarında paslı bir dikenli tel parçası, ” Gelin atın da görelim kabadayılığınızı  ulan!!! “ diye haykırarak meydan okuyor, topal ayağının bulunduğu tarafa doğru kaykılarak, kendi tabiriyle eski Türkçe dört gibi yürüyerek horozlanıyordu. 
Akif’in bir kaç metre ilerisinde Bello Selahattin, hemen yanında Evliya Sıdık, Baba Cahit ve Antika Hasan sağa sola yayılmışlar, Topal Akif’e atak yapıp kaçacak delik bırakmamaya dikkat ederek, çevresini kuşatmışlardı.
Bello yüzünde hinlik tasarladığını belli eden bir  gülümseme, “ O tele fazla güvenme, kurtuluşun yok o’lum ( oğlum’un kısaltılmışıdır), sonun orası...” diyerek havuzu işaret gösteriyordu.  Baba Cahit ile Sıdık Koç da tasdikliyorlardı: “ Kurtuluşun yok Topal... ayvayı yedin o’lum...”
Antika Hasan merhamete gelmiş gibi yapıyor, “ Lan yazıkkk...bırakalım da gitsin garip !“  diyerek yol verecekmiş gibi kenara çekiliyor, “ Akif olum burdan kaç... ben tutmayacağım lan, söz...” diyerek Topal Akif’i yemliyordu.
Akif, ağzından köpükler saçarak, yaklaşan var mı diye dört yanına bakınıyor,  bir yandan da laf yetiştiriyordu: “ Onu yiyen Antepe gitmiş o’lum...Ben kaçın kurrasıyım ulan! Sen giderken ben geliyordum... hadi kışş...” diyerek elindeki teli sallıyor Antika Hasanı kışlıyordu.
İşin enteresan yanı, Akif ve takipçilerinin etraflarını kuşatmış öğrenci halkasının içinde bir kaç hoca da vardı. Bu müessif (!) olaya müdahale edeceklerine gülüyor seyirci oluyorlardı.  Müdüriyet binası ise hemen iki adım ötesiydi!
*   *   * 
Havöuzbaşı olayları başladığında, bütünleme sınavları da bitmişti..
Vakitlerden yıl sonuydu. Mezuniyeti cebine koyanlarla liseye kayıt yaptırmaya gelenler toplanmışlardı havuzun çevresinde. Sonunda, çevresini kuşatan arkadaşları, bir kaç dikenli tel darbesini göze alıp Topal Akif’i üç yönden gelerek kıstırmışlardı. Arkadan gelen Antika Hasan iki kolunu zayıf bedenine sarınca Topal Akif  elindeki dikenli teli kullanamaz hale gelivermişti. Yine de tekmeler savurmaya çalışarak haykırıyordu: 
“ Lan bu erkeklik mi? Delikanlılık mı? Teker teker gelin ulan!!! “
O sırada Müdür de gelmişti...Tesbihi sol elindeydi...Keyifle şıkırdatarak çekiyordu. Dudaklarında inceden bir gülücük vardı. ..“ Hâlâ daha atamadınız mı oğlum şu sıskayı? ” deyince Topal Akif  cumburloop...havuzu boylamıştı. ( Topal Akif 47 kilo anca geliyordu...)
Akif havuzu boylayınca frenler patlamış seyircilerin de çivisi çıkmıştı; tutan ötekini atıyordu havuza. Çevredekiler de habire gaz veriyor...“ Ha şöyle... ha şöyle... ıslanın bakalım, var mı avanta mezuniyet! “  diyerek alkış tutuyorlardı.
*   *   * 
Nasıl ıslanılmazdı ki Lise bitmişti, sırada üniversite ve hayat vardı.
Pembe düşler kurduğumuz mavi umutlar beslediğimiz dönemdeydik henüz.
Erkek Lisesi’nin Adanalı karayağız gençleri işte böyle kutlarlardı mezuniyet  coşkusunu; arkadaşlarını  Lise’nin havuzuna atarak...
Müdür mü ne yaptı?
Ne yapacak o gün tarihe geçti...Kah kah gülerek tesbihini şıkırdatırken öğrencileri aldılar o baba insanı, sevgi ve saygıyla dolu olarak, bir güzel hollise ettiler, sonra da atıverdiler havuza... Öğrencilerinin (evlatlarının desek daha doğru olur) kucağında holliselenirken, “ Ulan durun... maaşım cebimde durun da onu çıkarayım... “ diye haykırıyordu. 
Lise’liler hocalarını suya nazik bir dikkatle attıkları için o fırsatı bulmuş, cebinden çıkarmayı başardığı banknotları havaya kaldırarak son anda da olsa ıslanmaktan kurtarmayı bilmişti sevgili müdürümüz.
O sırada havuzdan sırısıklam çıkan Topal Akif ise; bir yandan Müdür’ün akıbetine kıs kıs gülüyor, bir yandan da “ Ulan kahpeler sonunda beni de attınız ya havuza...” diyerek söyleniyordu. Akif taa lise birden bu yana, “  Okul bittiğinde beni kralınız gelse  havuza atamaz, hiiç heveslenmeyin...”  diye babalanır dururdu.
Sonunda o da boylamıştı havuzu işte! 
*   *   *
Bir zamanlar Adana, heyecanı yüksek, duyguları coşku dolu akan gençlerin ve öğrencilerini, bir baba ana şefkatiyle sahiplenerek eğiten, eli öpülesi öğretmenlerin kentiydi. 
O dönemde eğitim, öğrencilerin gelecek umudunu sömürüp para kazanmanın  alanı değildi; vatana millete karşı yerine getirilmesi  gereken kutsal görevdi. 
Selam olsun o unutulmaz hocalara!

 

 


 

 

Değerli okurlarım, “ Lise’nin Bacaları “  başlığıyla sunduğumuz yazı dizimiz devam edecek. Adana Erkek Lisesi’sinin ünlü hocalarını, delikanlılarını, Bir Zamanların Adana’sından nostaljik anılarla birlikte anlatarak, paylaşmayı sürdüreceğiz.  Buluşmak üzere hoşçakalınız...

 

 





Sayı 17 (Kasım - Aralık) 2013

Bu yazı 6749 defa okundu.