Kaplumbağa Terbiyecisi Kim?

Türkiye’de ilk çağdaş müzenin kurulması, ilk yerli arkeolojik kazının yapılması ve ilk sanat okulunun kurulmasının öyküsü…
Osman Hamdi’nin öyküsü…

 

 

Zannederim 5 trilyon gibi bir fiyata, bankacı Erol Aksoy’a satıldığındaydı… Osman Hamdi Bey’e ait olan ve o güne kadar en yüksek fiyata alıcı bulan, Türk tablosunun ismini duyunca şaşırmıştım… Kaplumbağa Terbiyecisi…
“Allah Allah! Kaplumbağanın terbiyesi de mi olurmuş, bu nasıl meslek?” diye bir çok kişinin de şaşırdığını biliyorum.
24 Şubat’ta Osman Hamdi Bey’in ölümünün 100. yılı... Ölümünün 100. yılında olsun  üstadı biraz daha tanıyayım diye araştırma yapınca gördüm ki, daha eserin yapıldığı günden beri görenler aynı soruyu sormuşlar;
“Kim bu kaplumbağa terbiyecisi? Böyle bir meslek mi var?”
Kaplumbağa Terbiyecisi Osman Hamdi...
 

Kendisi bunu itiraf etmiş mi bilmiyorum ama, tüm Osman Hamdi eleştirmenlerinin üzerinde birleştiği bir konu var… Kaplumbağa terbiyecisi Osman Hamdi’nin ta kendisi.
Resmi dikkatle inceleyip, üstadın fotoğraflarıyla karşılaştırdığınızda, kaplumbağa terbiyecisinin yüzü için kendini model olarak kullandığını görürsünüz ama, bu söz ile Osman Hamdi arasındaki ilişkiden  kast edilen, terbiyecinin yüzünden çok, yaptığı iş… Yani aslında Osman Hamdi’nin kendisi kaplumbağa terbiyeciliğine soyunmuş.
Burada “Kaplumbağa terbiyeciliği” nasıl bir şey  biraz üstünde durmamız lazım zannederim. 
Eti Senin Kemiği Benim Olsun!
İsterseniz 1881 yılına dönelim bir yol… Osmanlı İmparatorluğu’nun başında Abdulhamit’in olduğu yıllar. Birinci Meşrutiyeti  ilan eden Mithat Paşa, Yıldız Sarayı’nın bir oldu bittisi ile, daha sonra boğdurulacağı Hicaz’a sürgüne gönderilmiş. Önceki sadrazamlardan Edhem Paşa ise Viyana Büyükelçisi.
Edhem Paşa Osman Hamdi Bey’in öz babası… Mithat Paşa ise, Şam Valisi iken, Edhem Paşa’nın oğlunu teslim ettiği devlet büyüğü… 
“Eti senin, kemiği benim olsun” misali.

 
Müze değil, Depo…
İstanbul, Aya İrini’de birkaç heykel kalıntısı ile birlikte, Ayasofya’nın çanı ve İstanbul’un fethi sırasında Haliç’e çekilen zincirin bazı parçalarının bulunduğu, müzeden başka her şeye benzer  bir depo var. İsmine Müze-i Hümayun deniliyor…Yani Saltanatın Müzesi. 
Osmanlı Devleti’nin o günkü halini simgesel olarak tarif edin deseler bundan daha iyi sembol olmaz zaten. Daha sonraları ise müze Aya İrini’den, 6 odalı Çinili Köşk’e taşınmış. Ama Müze Müdürü Dr. Dethier, daha müzeyi düzenleyemeden hakkın rahmetine kavuşmuş. Dr. Dethier ölüverince, Eski Beyoğlu Belediye Başkanını müzenin başına getirmişler, 11 Eylül 1881’de… 5000 kuruş maaşla…
Müzeye Müdür Olmak…
ve Kaplumbağa Terbiye Etmek
Müzenin yeni müdürü 1860 yılında Paris’e eğitim için gitmiş, on yıldan fazla orada eğitim görmüş, memlekete dönünce de önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş bir Türk… O yıllar böyle bir işin başına bir Türk’ün getirilme alışkanlığı yok. Böyle işleri hep yabancılar yapıyor. Ama padişahın kulağına kim fısıldamışsa fısıldamış, müzenin başına bir Osmanlı aydını getirilmiş. Paris’te resim eğitimi almış ve arkeoloji derslerine girmiş olan bu Osmanlı aydını, tahmin edeceğiniz  gibi Osman Hamdi Bey’miş.

 
Müze de Ne Ki?
Kırık Taşların Toplandığı Yer mi?
Bu sırada Louvre başta olmak üzere, Avrupa’da  çok sayıda çağdaş müze açılmıştı. Osman Hamdi Bey  öğrencilik yıllarında bu müzeleri gezmiş ve toplumların kökleriyle önyargısız ilişkiler kurmasının, medeniyetin geçirdiği aşamaların öğrenilmesinin müzeler yardımıyla olacağı  fikrini edinmişti. Bu yüzden çağdaş bir müze, bazı kırık dökük eski eserin gelişigüzel sergilendiği bir yer olmaktan öte, bir ülkenin geçirdiği aşamaları gösteren, tematik bir yapıda olmalı diye düşünüyordu. 
Bu düşünce Osmanlılar için çok yeni, hiç bilinmez bir düşünceydi. Onlara göre neydi ki bu müze denen şey? Kırık taş parçalarının toplandığı bir yer mi? Dikkat ederseniz tepkiler, aynı “Kaplumbağa terbiyecisi” mesleğine gösterilen tepkilerin bir benzeri.


Altın değilse Götürebilirler…
Tabi Osman Hamdi Bey hemen kolları sıvadı. Önce Çinili Köşk’ü elden geçirdi, arkasından kendi gibi Paris Beaux Arts  Yüksek Okulu mezunu, İstanbullu Levanten Mimar Vallaury ile işbirliği yaparak adım adım yeni bir müze binası inşa etmeye soyundu. 
Yeni bina yapmak zordu ama ondan daha zor olan şey, binanın içinin neyle dolacağıydı. Osman Hamdi, tarih boyunca medeniyetlerin doğduğu yerin Anadolu olduğunu biliyor, ama arkeolojik araştırmaların çoğunun tüccar olan Avrupalı kazıcıların tekelinde olduğu gerçeğini de görüyordu.
O yıllarda Avrupalılar Anadolu medeniyetini kendi kökenleri olarak görüp, bulduklarını ülkelerine taşıyordu. Üstelik Osmanlı bu talanı kolaylaştıracak kanunlar çıkararak kaçakçılara yardımda ediyordu. Padişah “Buldukları altın değilse götürebilirler” zihniyetindeydi. (Konuyla ilgili öyküleri sonraki sayfada bulunan  “Avrupa’daki Anadolu” yazısında okuyabilirsiniz)


Nemrut’u Osman Hamdi Kazdı
Osman Hamdi, fikrini ilk kez babası Edhem Paşa’ya açtı.
Nemrut Dağı’nı kazacak ve oradaki dev heykelleri İstanbul’a taşıyacaktı. Üstelik bu bir Türk ekibi tarafından yapılacak ilk arkeolojik kazı olacaktı. Yani yeniden, hiç kimsenin bilmediği bir işe, kaplumbağa terbiyeciliğine soyunuyordu.
Diğer taraftan yabancıların yaptığı kazılarda bulduklarını yurtdışına götürmelerini, yeni bir kanun çıkartarak(Asar-ı Antika Nizamnamesi- 21 Şubat 1884) müzenin iznine bağladı. Artık kaçakçılık, (böylece kaçakçılığı önlemeye çalışır.) kontrolü altında olabilecekti. Çıkan yeni kanuna göre, bundan sonra yer altından çıkan her şey devletin olacaktı. Yani Osman Hamdi, yine kimsenin anlam veremediği bir şeyi ortaya atmıştı. Vay kaplumbağa terbiyecisi vay!
 

Sayda’dan Gelen Haber
Tam bu sırada Beyrut’un güneyinde bir köy olan Sayda’dan bir telgraf gelmişti. Köylünün biri tarlasında taş bir lahit bulmuştu. Başlarında Osman Hamdi, Türk ekibi hemen oraya gitti. Avrupalılar gibi vahşice değil, özenle kazarak, çok değerli mezar odaları buldu ve mermer lahitleri bin bir zorlukla İstanbul’daki müzeye taşıdı.
Alman İmparatoru sonradan bu lahitleri Abdulhamid’ten istedi, hatta bunun için İstanbul’a geldi. Sultan lahitleri vermekten yanaydı, ama Osman Hamdi Alman İmparatoru İstanbul’dayken müzeden hiç ayrılmadı, neredeyse lahitlerin içinde yatarak bu girişimi engelledi.
 
 
 
Kaplumbağa 500-600 yıl yaşar. Bu yüzden kabuğu her yıl daha da sertleşir, aynı Osmanlı gibi...
 
Ressamların Terbiyesi…
Osman Hamdi Bey’in bir başka hayali de, Paris’de okuduğu sanat okulunun bir benzerini İstanbul’da açmaktı. Yani ressam ve heykeltraş  yetiştiren bir okuldan bahsediyordu. Bu ise, inanın o günün İstanbul’unda kaplumbağa terbiyeciliği gibi bir şeydi. 
“Ressam yetiştiren okul!” veya “Kaplumbağa terbiye eden yaşlı!” Ressamlığın bir meslek bile olmadığı İstanbul’da, bir ressamlık yüksek okulu! Aman yarabbi!
 
Sanayi-i Nefise
Osman Hamdi Bey, sadrazamlık yapan babasının da desteği ile Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1882 yılında açtı. İlk ismi Sanayi- i Nefise olan bu okul, bugüne kadar çok önemli sanatçılar yetiştirerek geldi. Akademi’de kendisi, arkadaşı önemli ressam Şeker Ahmet Paşa, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ve Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarı Vallaury ve bir çok sanatçı dersler verdi. Müzenin etkinlikleri ile akademininkini birleştirerek önemli adımlar attı. Bu çalışması ile herkese sanatın da terbiyesi olduğunu göstermek durumunda kalmıştı.
Öyleyse Kaplumbağa Kim?
Uzun sözün kısası, Osman Hamdi’nin gündeme getirdiği “Kaplumbağa terbiyeciliği” işinin ne olduğunu, onun yaşam öyküsünü okuyanlar hemen anlıyor.
Zaten usta, terbiyecinin yüzü için boşuna kendini model olarak kullanmamış. Yani bu işi kendine yakıştırmış.
Kaplumbağa’nın kim olduğuna gelince… Onun için, kaplumbağa dediği şey, herhalde yüzlerce yıldır yerleşen Osmanlı alışkanlıklarından başka bir şey değildi.
Unutmayınız ki kaplumbağa 500-600 yıl yaşar. Bu yüzden kabuğu her yıl daha da sertleşir, aynı Osmanlı gibi…
 
 
 
Osman Hamdi Bey
 
30 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi. Ülkenin ilk maden mühendislerinden olan babası İbrahim Edhem Bey, 1877’de sadrazamlığa kadar yükselen bir devlet adamıydı. Ailenin ikisi kız, altı çocuğundan en büyüğü Osman Hamdi’dir. Erkek kardeşlerinden Mustafa Bey İstanbul Gümrük Müdürü, İsmail Galip Bey Türkiye’de nümizmatik biliminin kurucularından biri, Halil Edhem Bey ise müzeci olmuştur.
Osman Hamdi, ilkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. Oğullarının yurtdışında öğrenim görmesini isteyen babası onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris’e gönderdi. Paris’te kaldığı 12 yıl boyunca hukuk öğrenimini sürdürürken, o dönemin ünlü ressamlarından olan Jean-Léon Gérôme ve Boulanger’in atölyelerinde çıraklık yaparak iyi bir resim eğitimi aldı.
Yurda döndükten sonra devletin farklı kademelerinde görev aldı. İlk görevi Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü idi. Mithat Paşa’nın Bağdat’a Vali olması nedeniyle geldiği bu şehrin çeşitli görünümlerini yansıtan tablolar yaptı. Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile ilgilendi. O sırada Vali Mithat Paşa’nın yardımcısı olan, geleceğin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi ile tanışıp dost oldu.
Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra devlet memurluğundan ayrılan Osman Hamdi Bey, 1881’de Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine, padişahın şahsi emri ile müze müdürlüğüne atandı.
1 Ocak 1882’de padişah II. Abdülhamit tarafından atandı. Türkiye’nin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğü ile görevlendirildi
Okul binasını Mimar Vallaury ile birlikte tasarladı. Binanın inşası ve akademik kadronun kurulmasının ardından okulu 2 Mart 1883’te öğretime açtı.
Müze-i Hümayun müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırlamaktı. Yürürlükte bulunan 1874 tarihli “Asar-ı Atika Nizamnamesi”ni 1883 yılında yeniden düzenledi ve yürürlüğe soktu. Bu yeni düzenleme ile Osmanlı topraklarından batı ülkelerine eser kaçırılmasını önledi.
Müze müdürlüğü sırasında Türk bilimsel kazılarını ilk başlatan Osman Hamdi Bey, Nemrut Dağı, Lagina (Muğla, Yatağan) ve Sayda (Lübnan)’da arkeolojik kazılar gerçekleştirdi. Sayda’da yaptığı kazılarda bulduğu antik eserler arasında arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan İskender Lahiti de bulunmaktadır. Söz konusu eserler, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Osman Hamdi Bey, ona uluslararası ün getiren bu kazılarla ilgili olarak Arkeolog Salomon Reinach ile birlikte “Une necropole a Sidon (Sayda Kral Mezarlığı)” adlı bir kitap yazmış ve 1892’de Paris’te yayımlatmıştır.
Osman Hamdi Bey, kazılar neticesinde artan eserleri sergileyebilmek için yeni bir bina arayışına girdi. Eserler, Aya İrini’den sonra Çinili Köşk’e taşınmıştı ancak burası da yetersiz gelmekteydi. Devrin yöneticilerini ikna ederek bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını inşa ettirdi. Üç aşamada tamamlanan müze binasının ilk kısmı 1899’da, ikinci kısmı 1903’de, üçüncü kısmı 1907 yılında ziyarete açıldı. Müzenin içinde fotoğrafhane, kütüphane, modelhane yaptırdı.
Müze-i Hümayun, arkeoloji ağırlıklı bir müze olmuştu. Koleksiyondaki silahlar ve askeri teçhizatlar Aya İrini’de bırakıldı ve “Esliha-i Askeriye Müzesi” adıyla düzenlendi. Bugünkü Askeri Müze’nin temeli olan bu yeni müze, 1908’de ziyarete açıldı. Osman Hamdi Bey’in İstanbul dışındaki kentlerde kurdurduğu eser depoları ilerde kurulacak bölge müzelerinin temeli oldu. Sanayi Nefise Mektebi öğrencilerinin eserlerini mektebin büyük salonunda toplayarak Güzel Sanatlar Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmaya başladı. Tüm bu çabaları, onu, Çağdaş Türk Müzeciliği’nin kurucusu yapmıştır.



Sayı 1 ( Mart - Nisan 2011 )

Bu yazı 13383 defa okundu.