Hattat Etem Çalışkan İle Sohbet

Adana’nın Tarsus’undanım…

“Sevgili Haluk… Hani şu Adana ırmağı var ya… Seyhan… Ben onun iki kıyısında karşılıklı yaşarım. Bir kıyısında ben… Öbür kıyısında kendim.  Biri düşünür, öbürü ise hayal kurar… “Acaba gerçek mi, yoksa düş mü diye?.. Belki de gerçek ben, hayal ise kendim.”

Etem Çalışkan söze böyle başlayınca, sohbetin  ne kadar derinlerden devam edeceği belli olmuştu zaten. Ve “Alim unutmuş, kalem unutmamış” diye devam etti…
Etem Çalışkan’la birçok kez beraber olmanın verdiği avantajla, ilgisizmiş gibi başladığı bir cümlenin sonunda konunun göbeğine oturacağını bildiğim için bekledim. Ve söz döndü dolaştı yazıya geldi… Bir de Mezopotamya’ya…


Uygarlığa Hizmet Eden
Her Şey Kutsal
“Dicle ve Fırat dünya tarihinin kutsal ikizidir. Çünkü bu iki ırmağın bereketiyle beslenen Mezopotomya, o yılların ürün deposu haline gelmiştir. Ve tabiî ki birçok tüccar bu ürünleri satın almak için bölgeye gelir. Alışveriş var ama…
Ama kayıt yok. Borçlar, alacaklar, sözleşmelerin hepsi sözlü…
Sözler yazılı olmayınca da kavga başlıyor. Yani demem o ki, ihtiyaçtan Sümerler yazıyı icat ediyorlar. Tüm neden Dicle ve Fırat… Uygarlıklar böylece doğuyor. Onun için kutsaldır bu ikiz nehir…”
Hocası ve ustası Emin Barın ile birlikte, Anıtkabir’in kitabelerini yazma şansını yakalayan Etem Hocam, sadece Dicle ve Fırat’ı değil, “A” dan, ”Z” ye alfabenin tüm harflerini de kutsal buluyor. “Uygarlığı insanlara öğretiyorlar” gerekçesiyle… Ona göre yazı olmazsa uygarlıklar da olmaz. Kutsadığı diğer bir şey ise Atatürk’ün yaptığı Harf Devrimi…
“Deha Mustafa Kemal, 1 Kasım 1928’de öğrenilmesi çok kolay yeni harfler getirerek, okuma yazma oranının günümüzde yüzde doksanların üstüne çıkmasına neden oldu. Artık Türk halkı da uygarlıkları öğrenebilecek hale geldi.” şeklindeki sözleri zannederim bunun nedenini anlatabilir. Veya şu söze bakın lütfen ve Etem Çalışkan kimdir, karar verin…
“Efendim, bendeniz, yeni yazı sanatçısı olarak, Gazi Mustafa Kemal’in en önemli devrimi, Yazı Devrimi’nin devamıyım.”
1928 Yılı… Tarsus’un Göçük Köyü…
Etem Çalışkan ile sohbetimize Tarsus’un Şelale Oteli’nde başladık. Kendisine ayrılan özel odanın geniş penceresinden gürül gürül akan Tarsus Şelalesi görülüyordu. Kahvelerimiz şekersiz getirildi, “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardı” da o yüzden.
“1928 yılında Tarsus’un Göçük Köyü’nde doğurmuş beni anam.” diye söze girdikten sonra, doğum tarihine verdiği önemin, Mustafa Kemal’i ve yazı devrimini tanıyınca arttığını belirtti. Yazı Devrimi’nin yapıldığı yılda doğmasını, kendine verilmiş kutsal bir görevin işareti sayıyor gibi geldi bana.
Babası Halil’miş. Dedesi ise Mustafa Kemal’in silahdaşlarından Nedim... Nam’ı diğer Kara Hacı…
Yazıyla ilk defa köy ilkokulunda öğretmeninin karatahtaya yazdığı “A” harfi vasıtasıyla tanışmış. Ve alfabe kitabıyla… Kitabın kapağında Atatürk bir kız çocuğuna okuma öğretiyor. Sanki çocuğun kız olması bir mesaj… Resmin imzası bir müselles içine yazılı: İhap Hulusi...

İhap Hulusi…
Cumhuriyetin İlk Grafikeri
“Atatürk daha sonradan gençler daha kolay anlasın diye, Müselles’e ‘üçgen’ ismini verdi.” diye izah edince ben de hatırlıyorum İhap Hulusi’yi… Cumhuriyetin ilk grafik ve güzel yazı sanatçısı İhap Hulusi’yi demeliyim aslında... Siz de hala kullanılan “Kulüp Rakısı” etiketlerinden onu anımsayabilirsiniz. Hani papyon kravatlı bir beyefendinin bir resepsiyondaki kadeh kaldırmış görüntüsü var ya…. O işte…
Kağıdını Temiz Tut
Öğretmeni daha ilk günden yazısını beğenmiş. Resim ile, Tarsus Sakarya Ortaokulu’nda tanışmış. Resim Öğretmeni Hasan Kavukçu’dan öğrendiği en önemli şey ise, resim çizilen kağıdı temiz tutabilme yeteneği. “Resim öğretmenim ne resmi yaparsan yap, kağıdın temiz ise 10 verirdi.” diyor Etem Hocam.
Bir soru sorarak konuşmasının arasına giriyorum… Beklediğim cevap, dedem şöyle iyi çizer, babam böyle iyi yazardı türünden bir şey…
Altınşehir Adana: Hocam sizdeki aileden gelen bir yetenek miydi?
Etem Çalışkan: Gücüm kara sapanın ucunu tutmaya yetip de, çifte koşulmuş öküzlerin kontrolü bana verildiğinde, dedem en düzgün çit çizgisini benim çizdiğimi söylerdi. Ben bunu doğuştan yetenekli olduğuma yoruyorum. Mümkün olduğunca çit çizgisini düzgün yapmaya çalışırdım.  Ben güzel yazı yazmak için çok uğraşmadım, bunu kendimde buldum desem yanlış olmaz”
Hat Denilince Niye Akla
Arap Harfleri Geliyor?
AA: Bu durumda hat, yani düzgün çizgi hayatın içinde var. Peki hat denilince niye illaki Arap harfleri akla geliyor?
EÇ: Harflerin hepsi kutsaldır. Yazı kutsaldır; çünkü insanlar okuyarak öğrenir. Yoksa sadece Arapça olanlar değil. Yapılan iş sadece hat değil. Aslında “Hüsn-i Hat”, yani “Güzel Yazı”. Kaligrafi kelimesi de Latince “Güzel Yazı” anlamına geliyor. Yani güzel yazının Arap harfleri ile olması veya Latin harfleri ile olması diye ayrılması doğru değil. Ama nedense, Arap harfleri ile yazanlar, bana hattat denilmesine karşı çıkıyorlar. Halbuki kimse bana ressam veya gazeteci denmesine karşı çıkmıyor. Onlara göre güzel yazı sadece Arap harfleriyle olurmuş(!)
AA: Siz hiç Arap harfleriyle yazmayı denediniz mi?
EÇ: Hayır denemedim. Çünkü hocam Emin Barın, bana peşinen sordu, eski yazı ile mi devam edeceksin, yoksa yeni yazıyla mı? Biliyorsunuz eski yazı sağdan sola, yeni yazı ise soldan sağa doğru yazılır. Her ikisinin bilek hareketleri farklı, birine göre bileği gelişen diğerini yapmakta zorlanabilir. Hocam, ikisine de devam edebilirsin, ama birinde mükemmel olman lazım ona göre seç dedi. Bense yeni yazının içindeyim. Anıtkabir’in kitabelerini yazmışım. Gazetelere kaligrafik şeyler veriyorum. Tercihimi yeni yazı lehine yaptım.
Anıtkabir’in Kitabeleri
AA: Tabi konu Emin Barın olunca Anıtkabir gündeme geliyor. Anıtkabir’de yeni yazıyla yazılmış iki farklı çeşit hat örneği var. Bu yazılar hocanız Emin Barın ve asistanı olarak size ait. Bu konuda da sizden bir şeyler dinleyebilir miyiz?
EÇ: Anıtkabir’in yazılarını hep uzun kağıtlara yazardık. Emin hoca kontrol eder, sonra uygulamasına geçilirdi. Arzu Karamani kocasıyla birlikte Emin Barın ve Anıtkabir hakkında kitap yazdı. Orada anlatıyor bunları.
AA: Arzu Hanım Anıtkabir yazıları hakkında ne diyor?
EÇ: Arzu’yu etkileyen çekiç sesleri… Ve o çekiç sesleri ile birlikte sert taşlardan uçuşan sarışın tozlar. Çekicin taşı oyan çiviye değmesiyle çıkan çıngılarla birlikte şekillenen yazılar. Sanki bir tarihi film sahnesi gibi.  Arzu o kitabında “Ben Etem Çalışkan’ı tanıyınca yazıyı daha farklı görmeye başladım” diyor.

Atatürk’ün Ölüm Tutanağı
AA: Anıtkabir’de sizi etkileyen ne oldu? Atatürk defnedildikten sonra o alanlara girebildiniz mi?
EÇ: İnşaat tamamlandıktan sonra, Emin Hocam ölüm tutanağını bir derinin üzerine yazdı. Bu tutanak gümüş bir muhafazaya konarak, Ata’nın mezarına iliştirilecek. Hocamın isteğiyle mezara beraber indik. Şimdi hayıflanıyorum, niye bir fotoğraf çektirmedik diye… Mezar mazole olarak kullanılan siyah taşın hemen altında bulunuyor. Orada tüm vilayetlerden ve Kıbrıs’tan gelen vatan toprağı bulunuyor. Mezarın çevresi beyaz mermerden yapılmış. 1938 ile 1953 arasında mumyalanmış olarak duran Atatürk, burada toprağa kavuşuyor.
AA: Hocam yazının güzel yazılması niye önemli?
EÇ: Güzel konuşmak niye önemli? Etkilemek için değil mi? İnsanları güzel olan daha çok etkiliyor.

Etem Çalışkan Kütüphanesi
Geç olunca ara verdiğimiz söyleşiye 3 gün sonra,  Tarsus’da yeni açılmış bir kütüphanede devam ediyoruz.  Etem Hocam “Daha söyleyeceklerim var” diye geri çağırınca yapacak bir şeyimiz yok haliyle.
Buluştuğumuz kütüphanenin ismi, “Etem Çalışkan Okuma Salonu”… Karşısında da Hoca’nın çocukluk arkadaşı ressam Mehmet Bal’ın adı verilmiş bir sanat galerisi var. Her ikisi de yeni açılmış, çiçeği burnunda.
Hoca ayda bir gelerek burada çocuklara güzel yazı dersi veriyormuş. Adı verilmiş kütüphaneyi soruyoruz. Bu sanat alanlarını yapan Tarsus Belediye Başkanına “Onun adı Burhanettin Kocamaz değil, Yorulmaz…” diye methiye yapıyor. Ama bu methiye yağcılık düzeyinden çok uzak ve gerekçesi tam yerinde…
“Bir belediye başkanı için marifet, sadece yol kaldırım yapmak değildir. Takdir edersiniz ki, insan denilen şey, sadece mutfak ile tuvalet arasında uzanan bir boru değil. Duygulanan, düşünen ve düşündüğü kadar da üreten bir varlık. Bu yüzden düşünmeyi artıran sanatla, kültürle taçlandırmak gerekir insanı. Böyle mekanlar ise bu yüzden önemlidir. Bu mekanları yapanlar, bu yüzden methedilmeye layıktır.”

Adana’nın Maraş’ındanım
Adana Irmağı diyerek başladığımız sohbetin sonuna geldiğimizi, konu yeniden Adana’ya gelince anladım.  Benim “Tarsus’da doğmuş biri olarak, kendinizi ne kadar Adanalı hissediyorsunuz? sorusuna verdiği cevap ise şöyleydi:
“1960 yılıydı zannederim… Beyoğlu’nda bir sergiye gitmiştim. Ressamla sohbet sırasında memleketini sordum;
‘Adanalıyık’ diye cevap verdi.
‘Neresinden’ diye bir kez daha sorduğumda,
‘Maraş’ından’ diye cevap aldım.
Bu yörenin insanlarının hepsi kendini Adanalı hisseder. Onlara göre Adana büyüktür ve erişilmesi önemlidir. Bunun için Çukurovalıysa, aynı zamanda Adanalıdır.”

 

Yazı: S. Haluk Uygur  Fotoğraflar: S. Haluk Uygur, Erhan Yelekçi




Sayı 1 ( Mart - Nisan 2011 )

Bu yazı 9488 defa okundu.