Dr. ALİ ÖZYURT’UN “SÖZ UÇAR YAZI KALIR” KİTABI ÜZERİNE

Genel olarak ülkemiz insanı özelde ise hekimlik dünyasına baktığımızda biyografik veya otobiyografik anlatıların, yaşamsal veya mesleki anıların yazılmadığını görürüz. Bu durum az okumamızdan mı yoksa yazmayı
sevmeyişimiz veya beceremeyişimizden mi bilinmez. Ancak gerçek olan şudur ki mesleklerinin en üst düzeyine gelmiş yıllarca öğrenci yetiştirmiş, ders anlatmış hocalarımızdan bile ancak parmakla gösterilecek kadar azı bizlere yaşam öykülerini, yaşam veya meslek tecrübelerini, görüşlerini anlatırlar ve yazarlar. Oysa ki bizim onlardan öğreneceğimiz veya öğrenmeyeceğimiz çok şeyler vardır. Ülkemiz haricinde Avrupa veya Amerika’da ise bu konularda yazılan yazılar, okunan kitaplar çok daha fazladır. Yine ülkemiz açısından her alanda ve her anlamda “Okuma” ve “Yazma” eyleminin atbaşı yürümediği çok açık. Hatta bu konuda diğer gelişmiş ülkelerle yarıştığımızda resmen nal topluyoruz. Okuma eylemi ile birlikte yazma eylemini bir arada yapanlar için ise bu sayı çok azdır.
Yazma eylemi başka bir mecradır ve çok değerli bir eylem türüdür. Çünkü fotoğraf gibi hayata kayıttır, yaşama not düşmektir, geleceğe bırakılan bir belgedir. Yazmak eylemi duygu ve düşünce de paylaşılan bir düzlem, analiz ve yorum aktarılan yer, yazarın yaşamındaki izlerin takip edildiği yer, zaman ve mekândır. Çağımız artık görsel çağ, yazı çağını yavaş yavaş bitiriyoruz. Görsel çağın her şeyi çok hızlı bakma ve kısaltılmış mesajlarla yazma serüveni ne kadar sürecek bilinmez. Bu nedenledir ki görsel çağın bakma eylemi görme eylemini, yazı çağının ise yazma eylemi okuma eylemini karşılamıyor. Bunlar belki de ayrı bir yazının tartışma konusu. Hem yazıp hem okuyan kesim giderek azalıyor. Ama şunu da biliyoruz ki yaşamı var eden, döngünün devamını sağlayan da onlar. Bilimde, sanatta ve hayatın bütün alanlarında yüksek enerjili bu insanların doğadaki devinimleri de farklı. Yaşama bakışları, sosyolojik evrilmeleri, mesleki ilkeleri, vicdanları, sorumluluk duyguları, arkadaşlıkları, sevgileri farklı…
Bodrum Gümüşlük Akademisinde bu yıl ki Edebiyat Matinelerinin programını yaptıktan sonra konuşurken sevgili Ali Özyurt’un kitabım çıktı, sana imzaladım dediğinde çok sevindim. Bir süredir bu kitabının hazırlığını yaptığını yazdıklarının da az bir kısmını biliyordum. Gündüz toplantımızı bitirdikten sonra akşam güzel bir yemekten sonra Latife Tekin’in de katkılarıyla şiirli, şarkılı, bol sohbetli güzel bir gece geçirdikten sonra kitabı okumaya başladım. Bir solukta kitabın yarısına gelmiştim. O gece kitabı bitirmek istemedim. Kalanı da uçakla dönerken okurum dedim.
Ali Özyurt kitabının ismini “Söz Uçar Yazı Kalır” koymuş. Kitabının veya yazdıklarının tarihe bir not olarak düşülmesi isteğiyle geleceğe kalmasını istemiş belli ki. Kitabında kendi kendine bir yol çizdiği yaşamından, yaşama bakış açısından, İstanbul Tabip Odasında ki çalışmalarından, kızından, babasından, evinden, çocukluğundan, mahallesinden, çocukluğunu geçirdiği sokaklarından, sosyalist olmaya evrilen yaşam mücadelesinden, sadece uzmanlık alanından değil ama hekimliğin evrensel ve etik değerlerinden ve daha bir çok şeyden bahsetmiş. Mesleki yaşamındaki trajik veya komik olaylardan çok bahsetmemiş. Kitabını bizde ki gibi genelde hekimlerin trajikomik olayları anlattıkları durumdan uzakta tutmuş yazdıklarını. Ve çok iyi etmiş. Çünkü Ali Özyurt’un bu ülkede, bu toplumda, yaptığı mesleği ile bir derdi, bir sorunu, bir meselesi var. Yaşamla, mesleğiyle, insanlarla, sağlıkla, sağlık sistemiyle, siyasetçilerle, siyasetle, hastalarla, İstanbul’la, şairlerle, şiirlerle, meslektaşlarıyla, yollarla, köprülerle, gezi eylemleriyle, çocukluğuyla, özlemleriyle, aşkıyla, Berkin’in ölümüyle … Ali Özyurt kitabında bize başka şeyler anlatmaya çalışmış. Dostluğu, özlemi, yaşadığı şehrin açmazlarını, okuduğu okulun sadece derslerin anlatıldığı bir okul olmadığını, mecburi hizmetin yaşamımızdaki önemini, bizi nasıl bir anda olgunlaştırdığını, insani ilişkilerimizi nasıl değiştirebileceğini, yaşamı ve ölümü, lise ve üniversite arkadaşlarını, İstanbul Tabip Odasında nasıl aktivist olduğunu, gezinin yaşamına nasıl müdahale ettiğini, Ali Çerkezoğlu’nu, Selçuk Erez’i, Berkin’i, annesini, babasını, kızını, ablasını yaşamının neresine koyduğunu, duygularını ve düşüncelerini anlatmış bizlere... Ali Özyurt yazdıklarıyla bize ders vermeye çalışmıyor ama bizler ondan bazı dersler çıkarıyoruz. Tıpkı; “Bebeklerimiz Neden Ölüyor”, “Ersin Arslan’ın Suçu Ne?”, “Doktorların Ölümle Dansı ve Sabim Jurnal Hattı”, “Tıbbiyeli Olmak” gibi yazılarıyla. Sağlık sistemini sorguluyor ve hesap soruyor daha iyi sağlık hizmeti vermek, daha sağlıklı toplum oluşturmak için.
Yazmanın insanı nasıl özgürleştirdiğini kitabı okudukça anlıyorsunuz. Gerçek yaşamındaki naif, romantik, duygusal, hümanist, dost, arkadaş, etik davranışlarını kitabında da devam ettiriyor. İçinde taşıdığı romantizmi gezi olaylarında hayata geçiriyor. İçindeki romantik solculuk bir anda radikalizme dönüyor. Taksimin her tarafında olmak istiyor. Yaşamının en güzel günlerini orada geçiriyor. Halk Sağlığı alanında yaptığı doktorasının pratiğini orada yaşama döküyor. Olası bir devrimin provaları Taksimde yapılıyor çünkü. Bu güzel rüya bir gün sabaha karşı bir saldırıyla bitirilmeye çalışılıyor. Ama bitmiyor. Günlerce toma, gaz, plastik mermi, basınçlı suya karşı savaşılıyor. Gençler mizahlarıyla, karikatürleriyle, paylaşımlarıyla, yaşamlarıyla, istekleriyle, özgürlük talepleriyle başka şey istiyorlar. Ali Özyurt o romantizmin içinde kendini buluyor. Ama Berkin’i kaybettiğinde artık yazacak takati ve gücü kalmıyor. Üzüntülerini ve sevinçlerini okurken sanki sizde onu yaşıyorsunuz. Her türlü olumsuzluğa karşı yaşama hep Neşe’yle bakıyor Ali Özyurt.
Ali İhsan Ökten
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları