DEMOKRASİNİN GELİŞİMİ VE ÖNEMİ
Tam Bağımsız, Demokratik, Laik, Cumhuriyetçi bir ülkede yaşamak için….
Demokrasi, kelime anlamı olarak Yunancadan gelir. Demos, “Halk” ve Cratein, “Yönetmek” demek. Bu iki kökten oluşan kelime, “Halk Yönetimi” anlamına gelir. Biraz daha geniş anlamıyla demokrasi, bir toplumda halkın, yani hiçbir ayrım gözetilmeden yurttaşlar topluluğunun, siyasal iktidarı elinde tuttuğu ya da denetlediği bir siyasal örgütleniş biçimi olarak değerlendirilebilir.
Gerçek anlamda demokrasi öncelikle bir yönetme biçimidir. Eski Atina’da uygulandığı ilk hali olan “doğrudan demokrasi” ile çağımızdaki uygulanışıyla halkın seçilmiş temsilciler aracılığıyla yönetildiği “temsili demokrasi”yi birbirinden ayırmak gerekiyor. Demokrasinin, eski Atina’da ki ilk uygulanışı olan doğrudan demokrasi daha sonraları siyasal otoritenin de devreye girmesiyle halkın kendi kendini yönetme hakkından kaynaklandığını söylerken belli bir egemenlik anlayışını da başlatmış oluyor. Daha sonra gelişen demokrasi kavramı günümüzde ki anlayışına yaklaşarak çoğunluğun yasasını, bireylerin hak ve özgürlüğüne saygıyı, yurttaşların eşitliğini öngörüyor.
Batılı toplumlarda, XIX. yüzyılın son otuz yılı ile XX. yüzyılın başlarında giderek büyüyen halk kitleleri kurumların işleyişine katılmaya başlar. Bu partilerin oluşma sürecine denk gelir. Bu durum zengin sınıfların siyasal yaşam üzerinde kurdukları tekelinde son bulmaya başlamasıdır. Halkın sahneye çıkışı ile birlikte iki olgu gerçekleşir. Birincisi genel oy yani seçimler, ikincisi ise vatandaşların istek ve özlemlerini dikkate alan kitle partilerinin oluşmaya başlamasıdır.
Bundan önce İngiltere’de başlayan Çartist hareket, Fransa’da 1792, 1848 ve 1871 halk ayaklanmaları ve bütün Avrupa’da olan halk ayaklanmaları hareketlenmeleri halkın siyaset kurumuna karışma kararlılığı olarak değerlendirilebilir. Başarısızlığa uğrarlar, ancak geçici bir durumdur bu. XIX. yüzyılın son otuz yılı ile XX. yüzyılın başlarında, daha barışçıl eylemlerle genel oy yani seçimler yapılmaya başlanır.
Fransa, seçimleri dünyada ilk kez yerleştiren ülkelerden biri olur. İlk denemesi 1792’de yapılan ve başarısızlığa uğrayan genel oylama 1848 yılında olur, onu demokratik anlamından uzaklaştıracak girişimler olsa da ilkesel olarak seçimler kalıcı olur. Bugünkü anlamda eşit ve gizli oy Avrupa’da ancak Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında (İsveç 1909, İtalya 1912, Hollanda 1917, İngiltere 1918, Almanya 1919, vs). O dönemde genel oylama erkekler için vardır. Fransa da ancak 1944 yılında kadınlar oy hakkı kazanır. Ülkemizde ise genel oyun zaferi, Cumhuriyet’in eseridir. Çok partili hayata geçiş 1946 seçimleri ile olur.
Modern partiler, belli niteliklere sahip örgütler olarak, seçmen çevresinin genişlemesiyle de, XIX. yüzyıl boyunca gelişmişse de kitle partileri XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkar. Kitle partilerinin doğuşuyla genel oyun yerleşmesini de aşacak biçimde, siyasal kurumların tarihinde önemli değişiklikler meydana gelir. Halkın gerçek oranı artık parlamentoda temsil edilebilecektir. Bir süre sonra kitle partileri siyasal görüşlerine göre sosyal demokrat, sosyalist, işçi partisi, faşist veya komünist ve bunların ara formlarında oluşmaya başlar. Özellikle komünist ve faşist partiler ihtilalci tavırlarıyla iktidarı zorla ele geçirmeyi tasarlarlar. Ancak Avrupa’da seçim yoluyla iktidara gelmeyi de başaracaklardır.
Halkın siyaset sahnesine çıkmasıyla, devletin rolü hızla değişmeye başlar. Halk oy verdiği siyasal iktidar yerine devletin daha güçlü olmasını ister. Halk, eşitsizlikleri düzeltecek bir güç olarak iktidar yerine devleti görmek ister. İktidar da devletin koruyucu kimliğine bürünmeye başlar. Demokrasi kavramı tam oturmadığı zaman iktidar kendini devletin yerine koymaya başlar. Yapılan her işi kendi iktidarını kuvvetlendirmek adına devlet yapmış gibi gösterir. Bunları önlemek için daha sonradan anayasa ihtiyacı doğmuş ve iktidar-devlet, din-devlet, birey-devlet ilişkileri daha belirgin hale getirilmeye çalışılmıştır.
Gerçekte bu anayasalarda, önce, devlet karşısında bireyin temel hak ve özgürlükleri yer alır. Bunlar düşünce, adalet, din, basın, toplantı, seyahat özgürlükleri, keyfi tutuklamalara karşı güvence, konut özgürlüğüdür. Bu eşitlikler her iki cins içinde aynıdır. Bireye, devlet karşısında bir özerklik sağlayan geleneksel hakların yanı sıra, yeni anayasalar yepyeni hakları da tanırlar: Eğitim hakkı, sosyal sigorta hakları, konut hakkı, iş hakkı, işsizlik sigortası gibi.
Halkın devletten beklentisi her geçen gün artarken siyasi erkte bu anayasal hakları kendi lehine kullanmanın yollarını arar. Her geçen gün daha fazla hak ve özgürlük istekleri artarken anayasa da değişiklikleri de günün koşullarına göre yapılmalıdır. Anayasa değişikliklerinin temeli toplumu “hak ve özgürlükler, adalet, eğitim, sağlık, güvenlik” konularında daha iyi yaşatmak olmalıdır. Demokrasinin amacı dünyada “daha insanca” bir yaşam için umut vaat etmek olmalıdır. Demokrasi, %51 çoğunluğu alanların istediği her şeyi yapması değil, aksine demokrasi azınlıkların haklarını ve özgürlüklerini korumasıdır. Demokrasiyi içselleştirmeyen iktidarlar maalesef %51 çoğunlukla her şeye hakim olmak ister.
Yönetenlerin genel oyla halkça seçilmiş olmaları Batılı siyasal sistemin temel ilkesi değildir. Öyle olsaydı, seçimin kurallarıyla yetinilir, özgürce seçilenlerin iktidarını sınırlandırmak için, yüzyıllardır onca kafa yorulmazdı. Böylece halkın seçtiği ve onun adına da hareket eden temsilcilerin de eylemlerinde hiçbir eylemle karşılaşmamaları gerekirdi. Hitlerin iktidara demokratik bir seçimle gelip, yönetiminin ise demokratik olduğu kimsenin aklına gelmez. Bu örneğe dünyada demokrasi adı altında yönetildiğini sanan bir çok ülke gösterilebilir. Modern dünyada, bir ülkede demokrasinin ölçütü, o ülkede yurttaşların yararlandıkları özgürlüklerin düzeyidir. Bugün için demokrasinin zıddı monarşi değil totalitarizmdir; bunun sonucunun arkasında halk desteği olsa bile bu böyledir.
Demokrasinin temel öğesi, birey karşısında duyduğu saygı, insana olan inancıdır. Batılı toplumda insan cemaatlerden ve gruplardan önce gelir. İnsanlar saygınlık bakımından birbiriyle eşittir. Böylece haklar bakımından da eşittir. Özgürlükler açısından da eşittir. İnsanlar duygu, düşüncelerini ortaya koymada özgür olmalıdırlar. Batılı siyasal sistemin anahtar kelimeleri şu ikisidir: “İnsan haklarına saygı” ve “çoğulculuk”. İnsan haklarına saygı, başta “yaşam hakkı” ve “düşünce özgürlüğü” olmak üzere başta anayasalarla ve çeşitli hukuksal güvencelerle korunma altına alınırlar. Bu güvenceler sadece bir ülkenin sınırları içinde kalmayıp, uluslararası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi veya Lahey Adalet Divanı gibi uluslararası kuruluşlarla da güvence altına alınmıştır. Devletler de onlara uyacaklarına dair anlaşma yapmışlardır.
“Çoğulculuk” kavramından sandıktan çıkan %51’in çoğunluğu anlaşılmamalıdır. Çoğulculuk; toplumda, hiçbir düşüncenin ayrıcalığı yok demektir. Her düşünce özgürdür, her düşünce özgürce açıklanır, özgürce örgütlenir ve her fikrin iktidara gelme hakkı vardır. Düşünceler içerik bakımından özgürdür. Hiçbir düşüncenin içeriğine kısıtlama getirilemez. Düşüncelerin yaralı ya da zararlı, ılımlı ya da aşırı, meşru ya da gayrimeşru, diye ayırmak yanlıştır. Düşünce düşüncedir ve içeriği ne olursa olsun “insan etkinliğinin en soylusu” olarak saygıyla karşılanmalıdır. O zaman demokrasiler de ki düşünce özgürlüğü sadece iktidarda olanların değil, kurulu düzene ve anayasaya uygun düşünenlerin değil, herkesin hakkıdır.
Bundan şu sonucu çıkarabiliriz; demokrasilerde “Düşünce suçu” diye bir kavram olmaz. Peki demokrasi kendisini bu durumdan nasıl koruyacak. Demokratik rejimlerin de varlığına yönelik bir tehdit olduğu zaman tehlikelere karşı rejim kendisini koruyacaktır. Bu tehlikeler nelerdir? Düşüncelerin kamu düzenini, devletin iç ve dış güvenliğini bozmak amacıyla, somut ve suç sayılan eylemlere çağrıda bulunak, kışkırtmalara girişerek, açık ve mevcut bir tehlike halini almasıyla! Devlete karşı silah zoruyla işlenmiş suçlar, sabotajlar, silahlı çatışmalar, vs. Bunlar maddi olaylardır, suçtur ve cezalandırılır. Ancak bu maddi olayların esinlendiği düşünceler yasaklanamaz. Tersi olursa “düşünce suçu” yaratılmış olur. Örneğin anarşist eylemler suça girer, ceza görür ancak anarşizm düşüncesi ve bunun üzerine yazılmış eserler yasaklanamaz kovuşturulamaz. Bu açıdan değerlendirildiğinde düşünceler özgürce açıklanmalıdır. Düşüncelerin açıklanmasının yasaklanması veya sınırlandırılması da yine “düşünce özgürlüğü yoktur” demenin bir başka yoludur.
Düşüncelerin özgürce örgütlenmesi ise “dernek” veya “parti” oluşma sürecine gider. Çağdaş demokratik düzende her türlü düşüncenin örgütlendiği siyasal partilerin olması gerekir. Bu Batı Demokrasisinin temelini oluşturur.
Batı demokrasisi veya siyasal düşüncesiyle ile en fazla çelişen ise veya sıkıntı çeken ise İslam’dır. İslam da siyasal gerçekliği inananların topluluğu anlamına gelen “ümmet” oluşturur. Ümmet’te bütün bireyle Tanrı önünde eşittir. Bütün inananlar Tanrı yasasına ve Kuran’a tabidirler. İktidar, tek bir kişiye, halife ya da imama aittir. Halife de uygulama da Kuran’a tabidir. Her sorun Kuran aracılığı ile çözülür. Tanrı yasasının belli bir duruma uygulanması, kutsal metinlerin yorumlanması ile olur. Halife bu yorumlama durumunda sadece isterse ümmet’e yani ulemaya danışmakla yükümlüdür. Bu açıdan bakıldığında yönetim tarzı hiç bir zaman seçilmişler üzerinden olan meclislerle olmaz. İslam’da yönetim şekli kutsal metinleri yorumlama yeteneğinden dolayı ulemadır ve onların mutlak otoritesi vardır. Bu açıdan herkesin eşit olduğu bir yönetim tarzı değil seçkinci (elitist) bir yönetim tarzıdır ve demokratik değildir. Batı’nın devleti millet, temsili rejim, parlamento, kanun, anayasa gibi görüş, ilke ve tutumları İslam’ın kabul edeceği düşünceler değildir. 1950-1970 yılları arasında Mısır, İran gibi Müslüman ülkeler bu bakışı yıkmaya çalışan çeşitli modernist girişimler de bulunmuşlardır. Ancak geleneğin ağırlığı nedeniyle gelinen noktada fazla başarılı oldukları söylenemez.
Tüm Müslüman ülkeler arasında bir tek Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde en doğru ve tutarlı yolu, şimdi daha iyi anlıyoruz ki dinle devleti birbirinden ayıran laik ilkeyi cesaretle kabul etmiş ve yönetim anlamında radikal çözüme yönelmiştir. 1923 Devrimi yani Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile din, bireylerin vicdanına terk edilmiş, toplum ve devlette dogmaların yerine bilimi, ilimi, düşünce özgürlüğünü, demokrasiyi, laik düşünce ve yaşamayı, eğitimi, sağlığı, teknolojiyi, gelişmeyi, devlet ve bireyi ön plana çıkarmıştır. Bunu Mustafa Kemal Atatürk’e tarih ve yaşamdan çıkarılan dersler dayatmıştır. Laiklik ve demokrasi etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Karşı çıkılacaksa ikisine de karşı çıkılacaktır. Kabul edilecekse ikisi birden kabul edilecektir. Bunun haricindeki durumlar tutarsızlık ve ikiyüzlülük olacaktır. 1923 Cumhuriyet Devrimine ve kazanımlarına karşılık dönem dönem karşı devrimler, darbeler, düzeni yıkmaya yönelik hareketler oluşmuştur. Ne yazık ki bunlar Laik-Demokratik sistem ve seçimle iktidara gelenler tarafından dinin toplum üzerindeki afyon özelliğinden de faydalanarak seçimleri kazanmak uğruna yapılmaya çalışılmış laik demokratik düzen değiştirilmek istenmiştir. Bugüne kadar bu başarılmamıştır. Ancak tehlikenin büyüklüğü son zamanlarda yaşadığımız olaylarda daha net ortaya çıkmıştır.
Herkesin demokrasi istediği bir ortamda son yaşananlar da göz önüne alındığında biz nasıl bir demokrasi istiyoruz: Bizler çoğunluğun yani %51’in azınlığa tahakkümünün olmadığı, aksine azınlığın haklarının korunduğu, ötekileştirilmediği, herkesin her yerde, her zaman eşit vatandaş olduğu, herkese eşit eğitim, sağlık hizmetlerinin sağlandığı, bizden olanın değil liyakatın esas alındığı, barış, kardeşlik ve düşünce özgürlüğünün olduğu bir demokrasi istiyoruz.
Bizler nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz: Bizler yıllardır söylediğimiz gibi aynı duygu ve düşüncelerle Demokratik, Laik, Bağımsız, Atatürk ilkeleri doğrultusunda bir Türkiye Cumhuriyetinde yaşamak istiyoruz…
KAYNAK:
Server Tanilli. Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz. Cumhuriyet Kitapları. 10. Baskı, 2009, İstanbul. Sayfa:11-29
Ali İhsan Ökten
Diğer Yazıları
Tüm Yazıları