Sonsuza Dek 27 Kulübü - Kertenkele Kral Jim Morrison

Kopyas_sayfa1

 

“Ölümü ilk keşfettiğim an… Ben, annem, babam, büyükannem ve büyükbabam gün batarken çölde ilerliyorduk.”

 

“Bütün eğlenceler ölüm düşüncesini içerir.”

 

Her ölüm, erken ölümdür.” demiş büyük şair Cemal Süreya. Çok da haklı değil mi aslında? İnsanın düşe kalka, üzülerek, acılar çekerek tecrübeler kazandığı, hayatı yeni yeni anlamaya başladığı, aklının belli bir olgunluğa eriştiği, yani tam “öğrendim, anladım, oldum” dediği anda, ortalama 70’li yaşlarında ölüvermesi Tanrı’nın ya da evrenin kötü bir şakası gibi gelmiyor mu size de?Peki ya çok daha erken, “yolun yarısı”nı bile göremeden, mesela 27 yaşındayken göçüp gidenleri hiç düşündünüz mü? Hele ki bu “erkenciler” insan hayatını anlamlandıran, dünyayı yaşanır kılan “sanat” sahnesinin başrolündeyseler. Hayatımıza sonsuz değerler, renkler, ışıklar, armoniler katarlarken ve biz onlardan çok daha fazlasını umarken, aniden çekip gidiverdiyseler ya! İşte bu yazı dizisi onlara, sanki aralarında anlaşmışçasına 27 yaşında gezegenimizi terk eden efsane müzisyenlere adandı. Belki başka bir boyuttan bizi mutlu etmek, eğlendirmek, ağlatmak, düşündürmek, eşsiz tınıları ve yetenekleriyle gezegenimizi yaşanır hale getirmek için görevlendirilip yollanmışlar; 27 yıllık görev süreleri bitince de geldikleri yere geri dönmüşlerdi. Belki de bir çoğunun ardından çıkarılan şehir efsanelerindeki gibi aslında hiç ölmemişlerdi.

Dizimizin 4. konuğu, sadece benim için değil, tüm gerçek müzikseverler için çok özel birisi: “The Doors grubunun kurucusu, şarkıcı, söz yazarı, besteci, şair ve yönetmen Jim Morrison. Nam-ı diğer; “Kertenkele Kral…”

 

“Ben Kertenkele Kralım. Ne istersem yaparım.”

 

İskoçya’da yaşayan deniz subayı George Stephen Morrison, 1942 yılında demir attıkları Hawaii’de Clara Clark ile tanıştı.  1943 yılında Clara  hamile kaldı ve kayınlarının yanına Clearwater, Florida’ya taşındı. Burada, adı sonsuzluğa kalacak bir efsaneyi, James Douglas Morrison’ı dünyaya getirdi. 1944’ün baharında Stephen, 2. Dünya Savaşı için Pasifik Okyanusu’na yollandı ve 1946’ya kadar eve hiç uğramadı. Jim Morrison, hayatını değiştirecek travmayı henüz küçücük bir çocukken, 1949 yılında, New Mexico’da yaptıkları aile gezisi sırasında yaşadı. Yıllar sonra olayı şöyle anlatır: “Ölümü ilk keşfettiğim an… Ben, annem, babam, büyükannem ve büyükbabam gün batarken çölde ilerliyorduk. Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün ana yola dağılmıştı ve kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam, neler olduğuna bakmak için arabadan inmişlerdi. Tek gördüğüm şey garip, kırmızı boya ve yerde yatan insanlardı, ama bir şey olduğuna emindim. Çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum ve birden yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmediklerini farkettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım. Orada koşuşturan Kızılderili ruhlarından bir veya iki tanesi benim ruhuma sıçradı ve hala oradalar.”

Jim bu olaya çok üzüldüğünden annesi ve babası “sadece kötü bir rüya” gördüğünü söyleyip yatıştırmaya çalıştılar. Gerçek de olsa, üretilme bir şey de olsa Morrison bu olaya takılmış; şarkılarında, şiirlerinde ve röportajlarında bu olayı araya sokmaktan çekinmemiş.Morrison, 1961 yılında George Washington Lisesi’nden mezun oldu. Çocukluğunda olduğu gibi lise yıllarında da etrafındakilerce hep “dahi” olarak görüldü ki, 149’luk IQ’su da (Einstein’dan 4 puan yüksek) bunun kanıtıydı. Disiplinli, tutucu ve içki içmeyen ailesiyle epey sorunlar yaşadı. Asıl hayali, tıpkı hayranı olduğu Arthur Rimbaud, John Keats ve Jack Kerouac gibi iyi bir yazar olmaktı. Bir süre Miami’de İngilizce, tarih, bilim, felsefe ve sanat okuduktan sonra ailesinin tüm itirazlarına rağmen sinema eğitimi almak için UCLA’ya geçti. Okulu sırasında birkaç filmde oynadı ve birkaç film denemesi oldu. Ama en önemlisi, burada birlikte grup kuracakları Ray Manzarek ile tanıştı.

 

“Uyku, her gece dalınan okyanus derinlikleridir. Sabah uyanırsın üstünden sular damlayarak, nefes nefese ve gözlerin dalarak…”

 

“Diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim, hepsi bu! Sadece merak”1965 yazında UCLA’yı bitiren Manzarek, Los Angeles’tan ayrılmamıştı. Venice’de bir plajda otururken okuldan tanıdığı Jim ile karşılaştı. Jim de New York’a gitmekten vazgeçtiğini, bir arkadaşının evinde kalıp, şarkılar yazdığını söyledi. Manzarek ona iyi bir rock grubu kurmak niyetinde olduğunu anlatırken Jim de aklındakinin tam bu olduğunu söyledi ve Aldous Huxley’in çok sevdiği “Algının Kapıları” (The Doors Of Perception) kitabından esinlenerek ekledi: “Bilinen ve bilinmeyenler vardır, ve aralarında bir kapı... İşte ben o kapı olmak istiyorum.” Böylece efsanevi “The Doors”un temelleri atılmış oldu.

 

“Dünyayı istiyoruz ve hemen şimdi istiyoruz.”

 

Klavyede Ray Manzarek, gitarda Robby Krieger, davulda John Densmore ve vokalde Jim Morrison’dan oluşan The Doors, Los Angeles kulüplerinde sahne almaya başladı. Bu dönem grubun gelişminde çok önemli bir yer tutar. Her ne kadar seyircinin zorlamasıyla istemedikleri bazı şarkılar çalsalar da özellikle yaptıkları doğaçlamalarla “The Doors” müziğini oturttular. 1966’da “Whisky & Go-Go” adlı bir kulüpte yaptıkları ‘The End’ doğaçlamasında Jim şarkıya Oedipus komplesiyle alakalı kısmı eklediğinde kulüpten kovuldular. Elektra’dan Jac Holzman ile tanıştıp anlaşma imzalandıktan sonra albüm kayıtlarına başlayan grup, 1967 tarihli ilk albümleri “The Doors”u piyasaya sürdüğünde, müzik dünyasına bomba gibi düştü. Grubun bir sonraki albümü 1967 tarihli “Strange Days” idi. 1968 tarihli “Waiting For The Sun” ise Morrison’ın mitolojik  benliğini ortaya koyan bir çalışma olarak kabul edildi. Morrison  sahnede,  giyimi, hareketleri, provokatif sözleri ile kendine özgü bir stil yaratmıştı. Yarattığı stilin bir de karanlık tarafı vardı ki o da madde ve alkol bağımlılığıydı. 1967 yılında New Haven’da verdikleri konser öncesinde sahne arkasında bir polis memuruyla tartışıp, konser esnasında bunu anlatınca  “sahnede tutuklanan ilk rock yıldızı” olarak tarihe geçti. Bunun dışında 1968 yılının Ağustos’unda bir  yolculuğunda, 1969 yılında Hartford’da, son olarak da yine 1969 yılında Miami’de, Dinner Key Salonu`nda Morrison’ın kendini sahnede teşhir etmesi ardından tutuklandı.1969 yılında piyasaya çıkan “The Soft Parade”  albümünden sonra Morrison, dikkatini grubun dışında bir takım farklı yönlere verdi ki bunlar;  şiir yazmak, şair Michael McClure ile birlikte bir senaryo üzerinde çalışmak ve “A Feast of Friends” adındaki filmi yönetmek oldu.

 

“Bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum. Herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız. Sonra… Ansızın bir patlama… Ve ben yokum.”

 

Kısa bir süre sonra Morrison, fırtınalı aşkı ve karısı olan Pamela Courson Morrison ile birlikte Paris’e taşındı. Bir star olmak hoşuna gitse de bu şekilde tanınmaktan nefret ediyordu. Çünkü kendisi bir şair olarak tanınmak ve edebiyat yaşamına Paris’te tekrar başlamak istiyordu. 3 Temmuz 1971’de karısı  Pam, onu banyo küvetinde buldu. Efsaneye göre Azrail’in beyaz çakmağı da olay yerindeydi. Jim Morrison’ın ölüm raporuna göre ölüm sebebi, kalp yetmezliği idi.

 

‘‘Evet onun bir katili vardı; Jim Morrison’u Nietzsche öldürdü ve ben bu cinayeti    gördüm...”

 

Ama her seferinde yapıldığı gibi bununla ilgili birçok hikaye de anlatıldı. Bunlardan biri öldüğü günün bir gece öncesinde Paris`teki bir barda fazla uyuşturucu yüzünden öldüğü ve bedeninin bu olayın kapanması açısından Paris`teki apartmanına taşındığı yönündeydi. Bir başka rivayet ise ki bu onun ölmediğine inananlar tarafından ortaya atılmıştı; Morrison`ın 25 Nisan 1974 yılında uyuşturucu yüzünden Hollywood`da öldüğü yönündeydi. Bunun dışında (Elvis Presley ya da Ahmet Kaya gibi) halen yaşadığına inanalar da azımsanamayacak kadar çok.

‘‘Evet onun bir katili vardı; Jim Morrison’u Nietzsche öldürdü ve ben bu cinayeti    gördüm...”Aynen böyle diyordu Ray Manzarek ölümünden yıllar sonra. Haklıydı da belki. Olağanüstü bir deha, hassas bir kişilik, asi bir ruh, felsefe, sanat, ani şöhret ve uyuşturucuyla karışınca böyle bir sonuç çıkmıştı. Sonuç her ne olursa olsun, kutsal bir ruh daha görevini yapmış, algımızın kapılarını zorlamış, ruhumuzda rengarenk lezzetler bırakarak aniden uçup gitmişti işte. Ardında 4 kitap, bir kaç film ve The Doors ile yaptığı altı albümü bırakak yok oluvermişti. Ölümünden sonra ise bunun üç katı toplama albümü sürüldü piyasaya. Halen The Doors albümlerini yıllık satış ortalaması 750.000. Yani endüstri, bir dehanın mirasını sömürmeye devam ediyor acımasızca. Pere Lachaise’deki mezarı ise Paris’te Eyfel Kulesi ve Louvre Müzesi’nden sonra turistlerin en çok ziyaret ettiği yer hala. Hatta 1990 yılında, tüm dünyadan ziyaretçilerinin oluşturduğu grafitilerle süslü mezar taşı çalındı. O günden beri mezarının başında bir görevli bekliyor ve sadece belli saatlerde ziyarete izin veriliyor.Yazının başında da değindiğimiz gibi Jim Morrison’ın yeri bambaşka idi. Müzik evreninin belki de en özel, biz insanlara en uzak ama en çok ışık veren yıldızıydı. O bir dahiydi, bir şairdi, bir şarkıcıydı, bir ikondu, bir filozoftu, bir senaristti, bir yönetmendi, bir sevgiliydi. Her şeyi yapabilirdi, çünkü o “Kertenkele Kraldı.”




Sayı 5 ( Kasım - Aralık 2011 )

Bu yazı 5260 defa okundu.