Bir Eski Zaman Masalcısı; Tarsuslu Destancı Dede Yusuf Işık

       Seslerin, yüzlerin çocuk sesleri arasında sokaklara karıştığı bir zamandı. Eskiden yaz-kış demeden Tarsus ve Adana’da, sokaklarından geçen destancı dedeyi hatırladı. Uzun boylu beyaz sakallı, üzerinde temiz ama eskimiş, yamalı elbiseleri içinde ve boynunda heybesiyle, heybetiyle ve o güzelim yanık sesiyle, kadınları, erkekleri başında toplayan, çocukları arkasında koşturan bir adamdı destancı dede. 

       Destancı dede mahalleye girdiğinde, kapı önünde laflayan, avluda çamaşır asan, komşularıyla bahçede peksimetle çay içen, akşam yemeği pişirme telaşındaki kadınlar ile öğle sonu uykusuna yatırılmış, çeşme başında suyla eyleşen, haylazca lastik çeviren, tekere binen, gülle ya da birdirbir oynayan bir dolu çocuk üşüşürdü onun başına. Kadınlar ve çocuklar, zaten en çok da, mahalleye gelen bir çerçinin bir de destancı dedenin başına doluşurdu. 

       Sokak aralarında bağıra çağıra bazen de maniler düzerek, gazeller okuyarak ya da en son çıkmış, en acıklı hikâye kitabını havaya kaldırıp başlar tanıtmaya. Destancı dede, bir eliyle onlarca hikâye kitabını doldurduğu heybesini tutarken diğer elini de ağzına götürüp bağırırdı, ”Leyla ile Mecnun’un hazin biten aşk öyküsü bu kitapta, aşkı için dağları delen Ferhat’ın aşkı Şirin’in için acı sonla biten hikâyesi, zalimin zulmüne karşı Zaloğlu Rüstem’in mücadelesi, Köroğlu’nun Bolu beyine karşı duruşu, efelerin Efesi Çakırcalı Efe’nin ağaları titretmesi, Şahmeran ile Camsap’ın imkânsız aşkı ve Şahmeran’ın nasıl yakalanıp öldürüldüğünün hikâyesi, hepsi bu kitaplarda.” 

       Destancı dede bir yandan bunları söylerken yavaş yavaş etrafında oluşan kalabalık içerisinde hikâye kitaplarından ve destanlarından almak isteyenlere satış yapmaya çalışırdı. Onun sattıkları sadece bunlarla sınırlı değildi. Eski türkü sözlerinin ve manilerin yazılı olduğu kitaplar ile dini hikâyeler de satardı. Bunlar arasında Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal ve Şah Kulu destanları ile türküleri ile yine eski gazelhanların şarkı ve uzun havalarından oluşan kitaplar bulunurdu…

       İşte eskiden Anadolu’da destancılık geleneği vardı. Bunun bir yanı geçim işiyse, diğer yanı da gönül işiydi. Destancılar, bir anlamda toplumun yaşadığı önemli olayları dile getirirler, onların hislerine tercüman olurlardı.

       Bugün birçoğunun adını bilmediğimiz, hatta hatırlamadığımız yüzlerce, belki de binlerce destancıdan söz edilebilir. Destancılık geleneği içerisinde Tarsuslu destancı Yusuf Işık da bunlardan birisidir. 

       Yusuf Işık, 1928 Tarsus doğumlu. Halk arasındaki lakabı Destancı-Şair olan Yusuf Işık İlkokulu bitirdikten sonra o yılların yaşam koşullarında geçimini sürdürmek için çalışmaya başlar. Çeşitli işlerdeki çıraklıktan sonra ekenler Çukurova Basma Fabrikası’nda işçi olarak çalışır. Fabrikanın kapanmasıyla yeniden kendine iş arayan Yusuf Işık, önce seyyar satıcılık yapıp sokaklarda Boyan (Meyan) satar. Bunu başka işler izler. Askerlik sonrasında evlenir. Eşi Latife Hanım da mevsimlik işlerde çalışarak geçinmeye çalışırlar. Yusuf Işık bir Çırçır fabrikasında çalışır. Sonrasında ise yine çeşitli işlere girdiyse de işsiz kalır.

       Bu işsizlik günlerinde bir akrabasının önerisi ve yardımıyla destanlar bastırıp sokaklarda satmaya başlar. Bir yandan halkın sevdiği şair ve kahramanların şiirlerini ve destanlarını bastırıp satarken diğer yandan da kendi yazdığı şiirleri de bastırır.

       Böylece Yusuf Işık için, uzun yıllar sürecek yeni bir iş ve yaşam tarzı başlamış. O artık kentleri, kasaba ve köyleri dolaşan halkın Destancı Dedesi’dir. 

       Eskiden, genç birinin ölümüne, acı sonla biten aşklara, kavuşamayanlara ağıtlar yakılır, destan yazılırdı. Destancı Yusuf Işık da, gazetelerden öğrendiği ya da Çukurova’nın köy, kasaba ve şehirlerinde meydana gelen acı haberleri ağıtlaştırır, sokaklarda kitaplarını satarken bunları acıklıca okur.

       Destancı Yusuf, kimi zaman otobüslerde, trenlerde, kimi zaman çarşı-pazarda ve gün boyu sokaklarda, Veysel Karani’den, Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan, Âşık Veysel’den şiirler okur, kendi bestelediği çeşitli beyitleri ve manileri dillendirir. Kavuşamayan âşıklar, çile çeken mahkûmlar, gün sayan askerler, memleket hasretinden yanan gurbetçiler ve daha pek çok konuda destanlar okur. 

       Destanlarını matbaalarda bastırıp satarak yaşamını sürdürür. Gittiği her yerde onun yanık sesle okuduğu destanlar, etrafını saran halk tarafından kapışılır. 

       O sadece, Tarsus’ta değil, tüm Çukurova’da dolaşır. Adana, Ceyhan, Kozan, Antakya ve Konya’ya kadar gider, oralarda üç-beş gün gezdikten sonra yine Tarsus’a gelir.

       Destancı Yusuf, sokaklarda dolaşırken hayatta akıp gidiyor, yaş ilerliyor. Baktı ki bu işin sonu yok, ilerde ayakları onu taşamaz olacak. Sigortalı bir işe girip emekliliği kafasına koyar. Askerlik öncesi çalıştığı fabrikada sigorta girişi vardır.

       Tarsus Verem Savaş Dispanseri’ne çalışmak için başvurur. O sıralar, evlerin ilaçlanması için ekibe adam lazımdır. Böylece dispanserin ilaçlama ekibinde işçi olarak çalışmaya başlar. Yine sokaklarda dolaşmaktadır ama artık maaşlı ve sigortalıdır.

       Yusuf Işık, buradan 1981 yılında emekli olur. Artık yorgundur. Çalışmaz. Emekliliğini dinlenerek geçirir. Destancı Yusuf, 18 ağustos 1996’da hayata gözlerini yumduğunda 68 yaşındadır.

       O belki Çukurova’da destancıların son temsilcilerinden biriydi.

       Ondan sonra ne sokaklarda destancı dedeler göründü, ne de onların sesleri yankılandı. Destanlar, ağıtlar, beyitler şiirler ve çocuklarla birlikte öksüz kaldı.



Sayı 29 (Kasım - Aralık 2015)

Bu yazı 6333 defa okundu.