SİVİL İTAATSİZLİK(DİRENME HAKKI) VE TANIMI SORUNU - SİVİL İTAATSİZLİK - 2

Bu hakkın bütün öğelerini net bir şekilde belirleyen kesin bir tanımına rastlamak olası değildir. Bu da doğaldır; çünkü direnme hakkını tanımlanamaz kılan iki önemli olgu vardır.

Direnme hakkı, öncelikle, doğal bir olguyu yansıtmakla birlikte orada kalmaz; kavram, günlük yaşamımız üzerinde doğrudan etkisi bulunan hukuksal, sosyal, siyasal, tarihsel ve felsefi (düşünsel) bir çok disiplinle de oldukça yakın bir etkileşim içerisindedir. Bu durumda bu kadar farklı alanları içine alabilen bir kavramın, bu alanların hiçbirini dışarıda bırakmayacak bir şekilde, dört başı mamur bir tanımını vermek imkansızdır.


Öte yandan; Devletin hukuk-dışı tasarruflarına karşı, insanların ne tür bir reaksiyon göstereceğini önceden belirlemek ve bunu sistematize etmek mümkün değildir. Devlet iktidarına karşı insanlarda direnme arzusunu uyandıran nedenler, denilebilir ki insan kişilikleri kadar çeşitlidir. Etnik, dinsel, ırksal ve sınıfsal farklılıklar ve bu farklılıklardan kaynaklanan çatışmalar, iktidarın baskısına duyulan öfke ve bunlara benzer daha bir çok etmen, direnme hareketlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir.     


Bunun yanında, insanların iktidara karşı direnme usulleri, tarihsel süreç içerisinde, iktidarın evrimine paralel olarak evrime uğramakta, değişiklikler göstermektedir. Bu durumda, direnme hakkını tanımlamak gibi sonuç vermeyeceği belli beyhude bir uğraşa girmektense, Direnme Hakkı “iktidarın hukuk kuralları dışındaki tasarruflarına karşı insanların  giriştikleri ve yürürlükteki hukuk kurallarınca belirlenmiş davranışların dışındaki her türlü davranış” biçiminde geniş bir şekilde tarif etmek daha yerinde olacaktır. Bu tür bir yaklaşım, SİVİL İTAATSİZLİK eylemlerini açıklamada yardımcı olacaktır.
 

Direnme  Hakkının Hukuki Niteliği Üzerine Tartışmalar
 

Baskı ve zulme maruz kalan insanların, bu baskı ve zulmü bertaraf etmek ve özgürlüklerini korumak adına, bir son çare olarak direnme haklarının bulunduğu, hukuk ve siyaset teorisinde çoğunlukla kabul edilmiştir. Hatta bu hak pozitif hukuk metinlerine bile geçmiştir. Ancak, pozitif bir kural haline getirilmiş olması, bu konudaki sıkıntıları ortadan kaldırmamıştır. “Direnme hakkı, bir ‘HAK’ mıdır? Bu hak hangi şartlar altında kullanılacaktır? Bu hak ne zaman kullanılacaktır? Bu hakkın kullanılmasına kim karar verecekir?” vb. bir dizi sorunla bizi karşı karşıya getirmiştir.

Bu sorunlar karşısında, çağdaş hukuk doktrininin ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Bir kısım yazarlar, direnme hakkının bir “HAK” olduğunu söylerken, diğer bir kısım yazarlar ise baskıya karşı direnmenin hukuksal planda ele alınamayacağını, bunun hukuki değil, siyasal-sosyal bir sorun olduğunu dile getirmektedirler.

Direnme Hakkını hukuksal bir hak olarak görenlerin görüşleri şöyledir: Birinci görüşün en ateşli savunucusu Duguit’tir. Duguit’ye göre; bireylerin, objektif hukuka aykırı davranan yöneticilerin karar ve emirlerine uymamaları, hatta baskı yoluna sapan iktidara karşı ayaklanıp onu devirmeleri tamamen “ hukuka uygun” ve “meşru” davranışlardır. Çünkü bireylerin bu davranışları, bir baskı aracı haline dönüşmüş ve artık meşruluğunu bütünüyle yitirmiş bir iktidara karşı yapılmıştır.

Burdeau’ ya göre de, direnme hakkı, yöneticilerin iktidarını sınırlayan ve özgürlüklerin korunmasını sağlayan araçlardan biridir. Bu hak, “örgütlenmiş  hukuki yaptırımların” işlememesi durumunda başvurulacak “örgütlenmemiş  bir yaptırımdır; bununla beraber, bu da ‘hukuki’ bir yaptırımdır.”
 
 

Direnme hakkının hukuki bir hak olarak telakki edilemeyeceğini iddia eden yazarlar şu görüşleri dile getirmişlerdir :

 

a) Bu yazarlara göre, direnmenin hukuksal alan içinde incelenebilmesi için “ ne zaman “ ve “ hangi şartlar altında “ kullanılabileceğinin net bir şekilde belirlenmesi gerekir. Ancak bu son derece güç, hatta imkansızdır. Çünkü, baskı ve zulmün, genel, soyut ve objektif bir tanımını yapmak çok zordur.  Ancak iktidar tarafından hukuk yollarının kapatılması ve temel hürriyetlerin kasıtlı ve sistemli bir şekilde daraltılıp yok edilmesi halinde baskı ve zulüm söz konusu olur. Fakat bu halde de ‘bardağı taşıran son damla’ yı objektif olarak öngörebilmek kolay değildir.” Nitekim bu zorluk nedeniyle, direnmeyi bir “hak” olarak kabul eden yazarların büyük bir kısmı da, hakkın varlığını belirtmişler, ama hangi şartlar altında ve ne zaman kullanılacağı konusu üzerinde pek durmamışlardır.


b) Gaston JEZE’ ye göre ise; direnme hakkı, devlet gücü ile yurttaşların kişisel gücü arasında, savaşın bütün olasılık ve tehlikelerini içeren bir iç savaş halidir. İktidar tarafından hiçe sayılan bireysel özgürlüklerini korumak için iç savaş yoluna başvuran bireylere, bu yaptıklarının doğru ve meşru olduğuna dair bir hükmün yasalarda ve anayasalarda bulunmamasını savunan Jeze; direnme hakkının, tamamen bir siyasi eylem olarak ele alınması gerektiğini belirtir ve  anayasaların şiddete başvurmayı düzenlemesi düşünülemeyeceği görüşündedir.


c) Bir başka görüşe göre; Direnmenin pozitif bir hak haline getirilmesi, toplumsal düzenin sağlanmasını sekteye uğratabilir. Çünkü direnme, mahiyeti itibariyle tehlikeli bir kavramdır ve çok kolaylıkla kötü niyetle veya yanlış şekillerde kullanılabilir. Yasalarda veya anayasada böyle bir hakkın tanınması durumunda, kendilerini halkın temsilcisi veya kurtarıcısı olarak gören, kendi siyasal anlayışlarına önemli payeler biçen şahıslar/guruplar/sınıflar vb. mevcut düzeni değiştirmek için girişecekleri eylemlerde çok sağlam bir dayanağa sahip olacaklardır. Böyle bir hak, ortada açık bir baskı olmasa bile kendi öznel yorumlarından hareketle iktidarı değiştirmek isteyen insanların sayısını ve cesaretini artıracaktır, bu insanlar zamanla toplumsal düzeni şiddet dahil çeşitli yollarla değiştirmeye kalkışacaklardır. Böyle bir durumda ise,  toplumsal yaşamı barış içinde tutmak imkansızlaşır; insanların huzursuzluğu artar ve anarşi kol gezer. Bu nedenle, böylesine büyük potansiyel tehlikeleri bünyesinde ihtiva eden bir “HAK” kın, yasalarda veya anayasalarda düzenlenmesi düşünülemez.

Özetlemeye çalıştığımız bu itirazların, çok haklı ve isabetli argümanlar olduğunu söylemek gerekiyor. Gerçekten de direnme hakkının, “herhangi bir pozitif hukuk düzenince tanınması ve yasal pratiği olanaksız” dır.
 

O halde ne yapmak gerekir? Direnme hakkının pozitifleştirilemeyecek bir hak olmasından hareketle, insanların böyle bir hakka sahip olmadığını kabul mü edeceğiz? Yoksa, direnme hakkının varlığını ve meşruluğunu başka bir kaynakta mı arayacağız?

Kanımızca, direnme hakkının varlığını yadsımak, insanın ontolojik özellikleri ve hukukun özüyle ters düşer. İnsanlar ne kadar güçsüz veya güçsüzleştirilmiş olurlarsa olsunlar, kendilerini baskı altına alan, onları “insan olma onurundan mahrum eden bir iktidara” karşı, son bir çare olarak elbette bir şekilde direnecekler ve “insanca bir yaşamı” elde etmenin haklı mücadelesini vereceklerdir. Çünkü bütün hukuk tarihi boyunca, hukukun bir tek amacı olmuştur; insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek. Eğer hukuk bunu sağlayamıyorsa; iktidarı bir baskı mekanizmasına dönüştürmüşse; adaletsizlik almış başını yürümüşse; bu durumda insanlar, iktidara sınırlarını hatırlatacak ve “hukuk”u arama çabalarına girişeceklerdir. Bu bağlamda direnme hakkı; “hukukun özü olarak”, insanı haklarıyla beraber koruma ve iktidarı sürekli olarak sınırlandırma amacı güden, bir “içerik denetimidir”

Hukukun özü olması itibariyle direnme hakkından vazgeçmek mümkün değildir; ama öte taraftan bu hakkı pozitif hukukta da temellendiremiyoruz. Bu durumda bu hakkı temellendirmek ve meşruluğunu bulmak için başka bir kaynağa bakmak gerekir. Direnme hakkının meşruluğunun tartışılmasında en uygun zemin doğal hukuktur.

İktidar sahiplerinin kendi inanışlarını ve davranışlarını “hukuk ve adalet budur” diye dayatmalarına karşın  tarihin ilk dönemlerinden beri insanlar, yürürlükteki hukukun üstünde, değişmez, mutlak ve genel bir geçerliliği bulunan bir adalet anlayışının peşinde koşmuşlardır. 

Önceleri aşkın-Tanrısal bir içeriğe sahip olan doğal hukuk, 17.yüzyıldan itibaren yepyeni bir görünüm kazanmış, doğal hak ve hukuk kavramları  laikleşmiştir.  Böylece “gökyüzünden yeryüzüne indirilen” laik doğal hukuk, günümüz insan hak ve özgürlüklerinin biçimlenmesine de kaynaklık etmiştir.

“Doğal hukuk” kavramı ile,  “herhangi bir kanun yapıcının bilinçli yaratımı olmayan” kuralların varlığı kastedilmektedirler. Bu kurallar, pozitif (yürürlükteki) hukukun  üstündedirler;   pozitif hukuk geçerliliğini bu kurallardan alır ve ancak bu kurallara ters düşmediği müddetçe insanların itaatini kazanır.
 

Doğal hukuk teorilerinin temel amacı “insan onurunun korunması” dır.İnsan onurunun korunabilmesi, egemenlerin  sınırlandırılmasıyla  mümkün  olabilir. Bu nedenle Antik Çağdan bu yana bütün doğal hukuk akımları, egemenliğin keyfi olarak kullanılmasını engellemeye yönelik bir gayretin içinde olmuşlardır. Egemen gücün hiçbir koşul altında müdahale edemeyeceği, sınırlandıramıyacağı ve varlığı insan doğasına içkin olan doğal hakların, şu temel özelliklere sahip olduğu düşünülmektedir :
 

- Doğal haklar, doğuştan sahip olduğumuz, devredilmez ve vazgeçilmez haklardır:  İnsanlar doğal haklarla birlikte doğarlar; insan olarak varoluşumuzun ayrılmaz bir parçası olan bu hakları reddetmek, insanı reddetmek demektir. Bu haklarımızdan biz kendimiz bile vazgeçemeyiz.


- Doğal hakların varlığı toplum öncesidir ve bu nedenle toplumun varlığından bağımsızdır. Herhangi bir toplumsal yapının, gelişmenin ve siyasal düzenlemenin eseri olmayan bu haklar, aynı zamanda toplumsal-siyasal yapının meşruluk temelidirler.


- Doğal haklar mutlaktır; hiçbir düşünceyle geçersiz kılınamaz, uygulamadan alıkonulamaz, kapsamları daraltılamaz ve pazarlık konusu yapılamazlar.


- Doğal haklar evrenseldirler; zaman ve mekana bağlı olmaksızın bütün insanlar doğal haklara sahiptirler.
 

İnsan hakları doğal haklardır; çünkü onların varlığı ve kapsamı, insan yapımı olan hukuka bağlı değildir. Her toplumun yürürlükteki siyasal ve hukuksal sistemi, doğal hakları tanıyıp güvence altına almak zorundadır. Başka bir deyişle, bir iktidarın “meşru bir iktidar” olarak nitelendirilebilmesinin ve halkın ona itaat etmesinin yolu, o iktidarın insanların doğal haklarını tanımasından, korumasından ve geliştirmesinden geçmektedir.
 
 

PEKİ, İKTİDAR  BU  YÜKÜMLÜLÜKLERİNİ  YERİNE  GETİRMEZSE  NE  OLUR?
 

Doğal hukukun bu konudaki cevabı gayet nettir: İnsanın doğal hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran, yasanın kendisine  tanımış olduğu yetkileri aşan, insanlara zulmeden, onları yoksulluğa düşüren bir iktidar karşısında, insanların bu iktidara İTAAT ETME YÜKÜMLÜLÜĞÜ BİTMİŞTİR; BU İKTİDARA KARŞI DİRENMEK İNSANIN DOĞAL HAKKIDIR.


Bu düşünce en yetkin ifadesini Locke’ta bulmuştur.

İktidarın insan onurunu ayaklar altına alan davranışları karşısında insanların bütün yaşananları sineye çekip kabullenmeleri beklenemez; insanlar er ya da geç bu haksızlıklara direneceklerdir.


Özetle; “ devletin üzerinde yüksek bir hukuk olan doğal hukuka göre direnme hakkı; adalet, insan hakları ve bu bağlamda hukukun en büyük güvencesidir.”


SONUÇ : Tarihsel süreç içerisinde direnme hakkı, toplumsal yaşam koşullarına, coğrafyaya, kültürel etmenlere bağlı olarak değişimler göstermiştir. Bir başka ifadeyle toplum düzeninde yaratılan dengesizliklerin, baskı yönetimlerinin, haksızlıkların zaman içerisinde farklı özellikler göstermesine bağlı olarak direnme hakkının mahiyeti ve kullanılma biçimleri de değişime uğramış, evrimleşmiştir. Günümüz modern demokratik  devletlerinde direnme hakkının aldığı yeni şekil ve içerik, sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlik de bir direnme hakkıdır.

İçeriğindeki ve kullanılma şeklindeki değişim hangi boyutta olursa olsun, direnme hakkı bütün tarih boyunca iki temel hedefi gerçekleştirmeye yönelmiştir : İnsanların vazgeçilmez, devredilmez, mutlak ve evrensel temel insan haklarını korumak VE siyasal iktidarı birtakım kurallarla sınırlandırmak ve bu sınırların içinde kalmasını sağlamak. Bu iki amacın birbiriyle çok yakın ilişkide olduğu ve birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği ortadadır. Çünkü, insanın insan onuruna yakışır bir tarzda yaşamasını sağalmaya yönelik temel insan haklarının iki muhtemel ihlalcisi vardır : Suçlular ve Siyasal İktidar. Suçlular, herhangi bir ülkede ve herhangi bir çağda, küçük bir azınlığı oluştururlar ve bunların insanlığa verdiği zarar, siyasal iktidarlara oranla çok azdır. Potansiyel olarak bir siyasal iktidar insan haklarına yönelik en büyük tehdittir ; çünkü yasal olarak silahsızlandırılmış insanlara karşı fiziki zor kullanma konusunda hukuki tekeli elinde tutar. Bu nedenle temel insan haklarıyla sınırlandırılmadığı ve kısıtlanmadığı zaman bir siyasi yönetim insanın en ölümcül düşmanıdır.


Direnme hakkı; siyasal iktidarı sınırlandırmak ve haklarını korumak gayesiyle, insanların başvurabileceği “son bir çare” dir. Bu son çare, siyasal iktidardan önce ve onun üstünde olması nedeniyle pozitifleştirilemeyecek bir haktır.  

Dolayısıyla meşruluğunu pozitif hukuktan almaz. Bu hakkın meşruluk dayanağı doğal hukuktur.




Sayı 17 (Kasım - Aralık) 2013

Bu yazı 4180 defa okundu.