Ruhi Su; Türkülerimizin Çağlayanı (Çukurova Güneşinden İçenler – 1)

Sevgili Dostlar,

Bu sayıdan başlayarak; yolu Çukurova’dan geçmiş, yaşamının bir döneminde ‘’Çukurova Güneşinden İçmiş’’ Sanat, Yazın ve Bilim insanlarımızı ve Çukurova’da yaşadıklarını paylaşacağız. İlk olarak; 20 Eylül 1985 tarihinde sonsuzluğa yol alan, Türkçemizin ve türkülerimizin büyük ozanı Ruhi Su’yu ölümünün 30. yılında anarak başlıyoruz.

Türkülerimizin Çağlayanı; Ruhi Su

1985 yılı yazında Şanlıurfa’nın Birecik İlçesinde bir zirai ilaç bayisinde çalışmaya başladım ve aynı zamanda ‘’Antep Fıstığı (Pistacia vera )’’ konusunda yüksek lisans tezimi hazırlıyorum.

22 Eylül 1985 Pazar, Sonbahar olmasına karşın hava hâlâ sıcak. Ben, sınıf arkadaşım Birecikli Sado (Saadettin), liseli Salih ve 1402’lik tescilli sürgün ilkokul öğretmeni Zeki Hoca ile birlikte piknik yapmaya (demlenmeye) niyetlendik. Sabah ilçenin tek gazete bayii olan Mumcu emmiden Cumhuriyet gazetesi ve haftalık Siyaset’85 dergi ekini aldım. Dergi’nin kapağında dev bir heykeli andıran Ruhi Su’nun fotoğrafı ve içinde yaşamı anlatılıyor. Aylardır hasta olduğunu, 12 Eylül askeri cuntasının ustaya pasaport vermediği için Almanya’ya tedaviye gitmede geç kalındığını biliyorduk ama ölüm haberini görünce; çok yakın bir aile bireyimi kaybetmiş gibi etkilendiğimi anımsıyorum. Sado ve Zeki hocayla buluştuğumuzda gündem bir anda belirlenmiş oldu. Zeki hoca kendisinde Ruhi Su’nun plakları ve eski-pilli bir pikap olduğunu hemen alıp geleceğini belirtti. Yaklaşık yarım saat sonrasında eski sarı bir Toros otomobille Halfeti ilçesinin Ayran kasabası yolundaydık. Fırat kenarındaki yarı asfalt yarı şose yoldan ilerleyerek Ayran kasabasındaki Jandarma karakolunun önünde durduk. Arama yapan ekibin başındaki Astsubay şaşkınlıkla bizlere baktı ve geç işaretinden sonrasında kendimizi bir dere yatağına attık. Çalı ve ağaçlarla üzeri kapanmış bir dehliz gibi duran dere yatağında su bir pınardan çok cılız bir şekilde akıyor. Yalakta birikmiş suyun başında bir katır öylesine duruyor. Elimizdeki şişeleri ve meyveleri yalakta soğumaya bıraktık. Bir tören edasıyla pikabı kurduk ve Ruhi Su’nun plaklarını sırayla dizdik (Seferberlik Türküleri, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Şiirler-Türküler, Köroğlu, El Kapıları…). Derginin kapağını da pikaba dayadık, ustanın basbariton sesiyle türküleri dinleyip eşlik ederken bir yandan da onun şerefine kadehimizi kaldırıyoruz. Beş uslanmaz, duygusal solcu, biraz sonra; ülkemizin Aydınlarına reva gördüğü bu duruma ve cuntanın zulmüne küfrederek gözyaşlarımızı siliyorduk. Yaklaşık 5 saat sonrasında; buzsuz rakılarımızı, gözyaşlarımızı ve bütün plakları bitirmiştik. 1402’lik Zeki Hoca bu plakların kendisiyle birlikte Sıkıyönetim komutanlığında yargılandığını ve dokuz ayrı yere birlikte sürgün gittiğini anlattı ve ardından büyük bir onur ve incelikle plakların tümünü bana hediye etti. Bu emanetler tam 30 yıldır hâlâ benimle ve şimdi küçük kızım Püren’de.


Fotoğraf-1; (22 Eylül 1985 Pazar – Halfeti / Ayran Kasabası /Ruhi Su’yu anarken – Zeki Hoca, Fizikçi Salih, Ziraatçi Sado, Ziraatçi Metin, Şoför Mustafa)

Yaşamımın hemen her döneminde Ruhi Su ustanın şiir ve türkülerini dinledim ve çok ama çok etkilendim. Ama yaşam öyküsünü, yaşadığı acılardan damıtılmış şiir ve türkülerinin öyküsünü öğrendiğimde gerçekten sarsıldım. İlk duyduğumda beni çarpan bu şiirini haydi bir kez daha okuyalım ve öyküsünü dinleyelim.

Seferberlik

Eli silah tutanların gidişiydi bu 
Rediflerin, vay anam kur'asının. 
Çalgıların da insanlar gibi 
Zort zort edeni var 
Zom zom gideni var 
Uyandım davulun bağnazlığına 
Davulun, trampetin 
Gerilmiş derilerin muştusuna 
Seferberlikti bu, karşı durulmaz. 

Bir sesim vardı benim 
Bin sesim olsa n'olacak 
Çocukların sesiyle adam vurulmaz 
Kim getirdi bu savaşı ekmeğin beyazlığına 

Şimdilerdeki gibi anımsarım 
İkiz bebeklere benzerdi ekmekler 
Püren balı gibi kokardı 
Biz oldum olası ekmekle doyarız da 
Çocukluğum geldi aklıma. 

Hep savaşlardan mı kaldı bu yoksulluk 
Seferberlik derlerdi ben de bulundum içinde 
Pelit, ekmek ağacı,

Harnup, pekmez ağacı
bal ağacıydı bizim Güney'de.
Çocuklar ya çok azdı, ya çok ağlamazdı
Ya da ağlamaya vakit kalmazdı.
Hastalık lekeli humma
İlaç kınakınaydı 
Gitsin, gitsin de gelmesin 
Çocukluğum geliyor aklıma. 

Şiirin sonundaki 2 dize her seferinde vurmuştur beni. Çocukluğunu yaşayamamış bir toplumun özeti buydu işte. Bir çoğumuz bir çok şiirini ve türküsünü ezbere biliriz de yaşamının en acıklı öykülerini Çukurova’da, Adana’da geçirdiğini bilir miyiz acaba?...


Fotoğraf-2; Ruhi Su’nun ilk Fotoğrafı

Ruhi Su, 1912'de Van'da doğdu. Adı Mehmet'ti; anasını babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla, "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi". Van'dan Adana'ya getirdiklerinde çok küçüktü. Çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanına verdiler. Onları; amcası ve yengesi biliyordu, öyle çağırıyordu. Anlaşılan, amca-yenge demesi istenmiş, böyle hatırlıyordu Mehmet.

Mehmet, evin bireyiydi artık. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan o sorumluydu. Onları gütmek, yemlemek onun işiydi. İşe, çobanlıkla başlamıştı. Getir-götür işleri de doğal olarak ona aitti. Hayvanları seviyor, onları karanlık basıncaya kadar kırlarda, tarlalarda güdüyordu. Ağaçların tepesinde meyve topluyor, günlük yiyeceğini çıkarıyordu. Ve Mehmet türkü söylüyordu!

Mehmet altı yaşına geldiğinde, Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Bu işgalin ardından Adanalılar toplu olarak Toros Dağları'na kaçtılar. Bu bir göçtü.

Kaç Kaç Yılları

Bu göç, "kaç-kaç yılları" olarak anılır. Mehmet de amcası ve yengesiyle bu göçün içerisindeydi tabii. Kaç- kaç yılları boyunca Mehmet, hep çalışıp, verilen işleri yapmayı başardığı halde, yengenin hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu.

"Kaç- kaç"da bir gün Mehmet'in eline bir testi verip, "bize su getir" diyorlar. Mehmet, hiç itiraz etmeden su arayıp buluyor. Ne kadar zaman içinde su bulmuştur, onu hatırlamıyor. Suyu getirdiği zaman, bir de bakıyor ki amca ve yenge de dahil, kafile yok olmuş. Mehmet bir testi suyla dağ başında kalıyor. Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığını hatırlamadan yaşıyor. Bir yandan da amca ve yengesinin içinde bulunduğu kafileyi aramaya başlıyor. Sonunda onları buluyor.

Amcası, Mehmet'i görür görmez sarılıp ağlamaya başlıyor. Belli ki çok üzgün. Yengeden ise ses yok.

İşte o zaman, Mehmet kasıtlı olarak terk edildiğini anlıyor, belli etmemeye çalışıyor. Mehmet'i gören konu komşu ise çok seviniyor. İşte ailenin bu davranışından, onların gerçek amcası ve yengesi olmadığını anlıyor.

Adana' ya döndükten sonra, aile ile bin bir güçlükle, yaşamını sürdürüyor. Yenge hala çok rahatsız; Mehmet ile uğraşmaya devam ediyor, sudan bahanelerle hırpalayıp, dövüyor. Bir gün yine, sıradan bir kusurunu bahane ederek Mehmet'i dövmeye başlıyor. Bir türlü hırsını alamıyor, ağaca bağlıyor ve kamçı ile dövüyor. Bu dayak, belki de Mehmet'in yaşamının dönüm noktası oluyor. Onun bu kötü yaşamını komşular da biliyorlar. 

"Oyun Diye Birşey Varmış"

Mahalleden arkadaşı olan Hüseyin' in annesi, Mehmet'i çok severmiş. O gün ona, "Seni Hüseyin'in okuluna götürmemi ister misin?" diye soruyor. Mehmet, korkudan sadece başını sallayarak, evet diyebiliyor.

Hüseyin'in okulu öksüzler yurdudur. O zamanki adı ile Dar-ül Eytam. Hüseyin'in annesi Mehmet'i, Adana'nın tanınmış ailelerinden Suphi Paşa'ya götürüyor ve tavsiye mektubu alıyor. Sonra da öksüzler yurduna götürüp, bu mektubu veriyor.

Müdür, görevlilere, "Bu çocuğu hamama götürün, ona temiz elbise ve çamaşır getirin" dediğinde, Mehmet okula alındığını anlıyor. Tüm bunlar, amcanın ve yengenin haberi olmadan yapılıyor. Yeni elbiseleriyle Mehmet'i okulun bahçesine salıveriyorlar. O günleri daha sonra şöyle anlatır: "Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım."

On yaşından itibaren, okullardaki yatılı yaşamı başlıyor, önce çocukluğunu yaşamaya başlıyor, öksüzler yurdunda. Aynı zamanda müzik yaşamı da başlıyor. Mahallede olduğu gibi burada da sesinin farkına varıyorlar. Türküler, marşlar söyletiyorlar. Sonra da taburun önünde yürüyen gruba alıyorlar. Yaşı büyük olduğu için sınıf atlatıp, 3. sınıfa kabul ediyorlar. Bir yıl sonra öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir keman aldırtıp, Mehmet'i kemana başlatıyor. Dördüncü sınıfta kemana başlayan Mehmet, böylece, klasik müziğe de ilk adımını atmış oluyor.

Mehmet Nasıl Ruhi Oldu?

Yıl 1925 Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur. Türkiye'deki tüm öksüz yurtlarına; müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okullarına yollanması için bir bildiri yollanır.

Adana Öksüzler Yurdu'ndan dördüncü Sınıf öğrencisi Mehmet ve beşinci sınıftan Şaban sınava girerler. Mehmet sınavı kazanır, Şaban kazanamaz. Okul Müdürü Mehmet'i çağırarak, "Sen bir sene daha bu okulda okuyabilirsin ama Şaban açıkta kalır, bu yıl onu kazanmış gibi gösterelim, sen nasılsa seneye yine sınava girersin" der. Mehmet kabul eder. Gerçekten de kendisi giderse arkadaşı açıkta kalacaktır. Bir yıl sonra, sınavı kazanacağından emindir.

Bir yıl sonra beşinci sınıftan Mehmet ve Suphi girer sınava ve ikisi de kazanır. Kayıt işlemleri için dosyalar Ankara'ya gider. Bu sırada, dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir başka bildiri gelir. Bu bildiride: "Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek" denmektedir.

Ruhi Su o günleri de şöyle anlatacaktır: "Bize bunu duyurdular. Çok üzüldüm ama yerimi Şaban'a verdiğime hiç pişman olmadım. Suphi, ben ve diğer arkadaşlarımla birlikte, İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak 'kibar' isimlerimizle İstanbul'a Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim.’’


Fotoğraf-3; Ruhi Su Askeri Okulda

"O yıllarda, askeri okullara girme isteği çok fazlaydı. Öksüzler Yurdu'ndan gelen çocuklar da isteğe bağlı olarak Gülhane Askeri Hastanesi'nde sağlık kontrolü yaptırıyorlardı. Çürük çıkan olursa, başka okullara gönderiliyordu. Okul komutanına çıkıp, beni hastaneye sevk etmesini istedim. Herkes askeri okullarda okumayı isterken, benim müzik okuluna gitmek isteyişime şaşırıyorlardı. Muayenelerim başladı. Göz muayenesinde, bütün harfleri yanlış okudum ama doktorlar öksüzüm diye acıyıp sağlam raporu verdiler. Oradan kulak muayenesine gittim. Kulak doktoruna durumumu anlattım. İsteğimi tekrar tekrar söyledim. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum 'İltihabı üzeynden dolayı mektebe devam edemez' diye rapor verdi. Çok sevindim. Arkadaşlarım ve ağabeyler Müzik Öğretmen Okulu'na dilekçe yazdılar. Hazırlanmaya başladım. Okuldan dilekçeye 'yerimiz yok, alamayız' diye cevap geldi."

Çürüğe çıktığı için Askeri Okul ile ilişkisi kesilen Mehmet Ruhi, Adana Öksüzler Yurduna geri gönderilir. Adana Lisesi parasız bir okuldur. Önce oraya girer, sonra da öğretmen okuluna geçer. Okulda teneffüslerde keman çalmaya devam eder.

O sıralarda Adana'da, bir sinemada sessiz filmler oynatılmaktadır. Bu sinemada, küçük bir de orkestra var. Filmdeki sahnelere göre, bu orkestra müzik yapıyor. Orkestradaki Avusturya'lı Ervix, Adana Öğretmen Okulunun da keman hocası. İlk klasik batı müziği parçalarını ondan öğrenir Mehmet Ruhi.


Fotoğraf-4; Ruhi Su çok sevdiği kemanı ve arkadaşıyla okulun bahçesinde.

Su Soyadını Alıyor

Askeri liseden, Adana Öksüzler Yurdu'na dönüp, oradan da öğretmen okuluna geçtikten sonra, aşık olduğu ebe-hemşire olarak çalışan bir hanımla evlenir. Bir oğulları olur, adını Güngör koyarlar. Müzik Öğretmen Okulu'na geçtikten sonra eşi de Ankara'ya tayin olarak, Numune Hastanesi'nde çalışmaya başlar.

Eylül ayında, Ankara Müzik Öğretmen Okulu'nun giriş sınavı yapılacaktır. Yine arkadaşları aralarında para toplarlar. "Ankara'ya gittim ve sınava girdim. Sınavda 'ne çalarsın' diye sordular, ben de 'morsolar' (parçalar) dedim. 'Bir konçerto çal' dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.

Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör keman konçertosunu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin'in : 'Son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli' teklifine, tüm öğretmenler katıldılar. "Böylece Mehmet Ruhi, Müzik Öğretmen Okulu'na girer. Gündüzlü olarak başarılı olursa, bir sene sonra yatılı olabilme koşuluyla. O ilk yılı başarı ile bitirerek yatılı okumayı hak eder. O sene, tek hece olduğu ve kolay söylendiği için "Su" soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur.

Müzik Öğretmen Okulu'ndan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası'na seçilerek orada çalışmaya başlar. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da, İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde çalışıyordur.

Mehmet Ruhi Su, konservatuarın opera bölümü öğrenciliğini sürdürürken bir hocası keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek, bir tercih yapmasını ister. Bunun üzerine, Ruhi Su, kemanı bırakmak zorunda kalır.

Devlet Konservatuarında (1936-1942) opera sanatçısı olarak çalışmaya başlar. 1945 yılında Opera Kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmak zorunda kalır. 1952 yılına kadar Devlet Operası'nda çeşitli operalarda oynar: Bastien Bastienne, Madam Butterfly, La Boheme, Satılmış Nişanlı, Fidelio, Maskeli Balo, Yarasa, Figaro' nun Düğünü, Rigoletto, Aşk İksiri.

En son Konsolos operasının provasındayken, gözaltına alınır ve tutuklanır. Opera yaşamı böylece noktalanır. Operada çalışmaya başladığı yıllarda ilk evliliği de anlaşmazlık nedeniyle sona erer.


Fotoğraf-5; Ruhi Su Rol aldığı opera eserlerinden birinde…

Türküden Vazgeçmiyor

Opera yaşamı, 1952'de son bulunca, türkülere ağırlık verir. Çocukluğunda başladığı türkü söyleme işine Öksüzler Yurdu'nda, Öğretmen Okulu'nda, Müzik Öğretmen Okulu'nda, Askeri Lise'de, Konservatuar'da ve Opera'dayken de hep devam etmişti. Operayı çok seviyordu ama türkü söylemekten de hiçbir zaman vazgeçmemişti. Opera çalışmalarından sonra, zamanını türkü söylemekle ve derlemekle geçiriyordu. Konservatuarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, "Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum" demişti. Markovich zamanın Radyo Müdürü Vedat Nedim Tör'e Ruhi Su'dan övgüyle söz etmiş. 15 günde bir pazar günleri saat 10'da "Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor" anonsuyla sunulan radyo programı böyle başlamış, 1943-45 yılları arasında çok ilgi görerek devam etmişti.

Ruhi Su'nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi. Ali İzzet' ten ; "Bir Allah'ı Tanıyalım Ayrı Gayrı Bu Din Nedir", Pir Sultan Abdal'dan; "Gelin Canlar Bir Olalım", Muhyi'den "Zahit Bizi Tan Eyleme" gibi nefesler söyleyen Ruhi Su'yu, "alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor" diye sustururlar. O dönem, egemen güçler, Alevi nefesleri söylemekle, komünist olmayı eş anlamda algılıyordu. Böylece Ruhi Su'nun radyodaki işine son verilir.

Yıl 1945-1946. O sırada Ruhi Su Ankara'da yedek subaylığını yaparken aynı zamanda operada oynamaya devam eder. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde ayrıca bir korosu vardır. Sonradan eşi olacak olan Sıdıka hanım 1946 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne gelir, dünya görüşleri arasındaki yakınlık, türkülere karşı duydukları ortak sevgi, aralarında güzel bir arkadaşlığın temellerini atar.


Fotoğraf-6; Ruhi ve Sıdıka Su, Cezaevi günlerinde…

Cezaevi Günleri

Bu arada Ruhi Su'nun korosu kapatılır. Sıdıka hanımın fakültedeki hayatı zorlaşır. 1952 sonbaharında, 11 Kasım günü sabaha karşı Sıdıka hanımın evine polisler gelerek onu Birinci Şubeye, oradan da İstanbul'a, ünlü Sansaryan Han'a götürürler.

Aynı sıralarda Ruhi Su'nun da tiyatrodan bir arkadaşının (!) ihbarı üzerine, opera binasından çıkarken polisler tarafından derdest edildiğini ve kendisi gibi önce Birinci Şube'ye, oradan da Sansaryan Han'a götürüldüğünü Sıdıka hanım ancak beş ay sonra öğrenebilecekti. Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ayı aşkın bir süre kalan Ruhi Su, orada ağır işkence görür. Tabutluğa konur. Harbiye Cezaevine getirmek için iyileşmesini beklemek zorunda kalınır. Cezaevine getirilip, Sıdıka hanımla ilk görüşme izni verildiğinde hâlâ tanınmaz haldedir. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verirler.

Adalet tarihimizin en karanlık sayfalarını oluşturan sistematik işkence uygulamasının talihsiz kurbanlarından biri olan Ruhi Su, bu olayları hiç bir zaman dile getirmedi. Uğradığı haksızlıklardan kendisine kahramanlık payı çıkartmayı hiç düşünmedi.

Hapishanede Ruhi Su'ya önce sazını vermezler. Bunun üzerine tutuklulardan Faik Şekeroğlu, o zaman kullanılan tahta paspas parçalarından ona bir bağlama yapar. İki sene bu bağlamayla çalışır. Ancak iki sene sonra, izin çıkınca Ankara'dan bağlamasını getirtebilir.

Merkez Kumandanlığı Cezaevi'nde 167 kişiydiler. Kadınlar bir ara 17 kişi olur. Tahliyelerle önce yedi kişi, sonra iki kişi kalırlar. Biri Sıdıka hanım idi.

Tuvaletlerde ve koridorlardaki çalışmalarını, türkü söyleyişini, kadınlar koğuşu da dinler. Yeni bir türkü öğrendiği veya bestelediği zaman çok yüksek sesle söyler. Askerler, subaylar da şikayet etmezler. Kim bilir, belki onlar da dinlemek istiyorlardı!

Mahkemesi de aynı binanın içinde görülür. 1951 tevkifatı sanıkları için özel mahkeme salonu yapılır.

İstanbul'un göbeğinde yattılar, yargılandılar, açlık grevleri yaptılar. Basının kılı bile kıpırdamaz. Basın, sadece tutuklamayı duyurmuştur. Ruhi Su ve Sıdıka hanım beşer yıla mahkum olurlar. Erkekler Adana Cezaevi'ne, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka hanımı (diğer tutuklu Sevim Belli'dir) Sultanahmet Cezaevi'ne gönderirler.

Mahkeme sonuçlanır sonuçlanmaz nikah işlemlerine başlanır. Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko, Su çiftinin nikah şahitleri olurlar.

En Verimli Günleri

Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini cezaevinde geçirdi. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. Ankara'dan İstanbul'a Sansaryan Hanı'na getirilişini anlatan türkü, "Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde"dir. "Mahsus Mahal" türküsü, doğrudan Sıdıka hanımla ilgilidir. Bu türküyü Ruhi Su "tabutluk" diye bilinen hücrede iken hazırlamıştır.

Mahsus Mahal

Mahsus mahal derler kalırım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İk'elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm kardeş aklım sendedir
Artar eksilmeyiz zindanlarda
Kolay değil derdin ucu derinde.

Kumhan ırmağında Karaburun’da
Bulurum bulurum kardeş öfkem kındadır
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim
Benim beyaz unum ak güvercinim
Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir.

Uzun hava formunda yüreği dağlayan ‘’HASAN DAĞI’’ adlı türküyü bizim kuşaktan bilmeyen yoktur. Ya ciğer parçalayan, ‘’İNSAN’’ı utandıran öyküsünü kaçımız biliriz dostlar…

Hasan Dağı

Hasan dağı Hasan dağı 
Eğil eğil, eğil bir bak 
Sıkıyor zincir bileği 
jandarmada din iman yok 

Gidiyor kalktı göçümüz 
Gülmez, ağlamaz içimiz 
İnsan olmaktı suçumuz 
Hasan Dağı, insan olmak 

Koçhisar üstünden bora 
Gülek bir karanlık dere 
Sıradağlar sıra sıra 
Çukurova ana toprak

Ruhi Su'yu İstanbul'dan Adana'ya otobüsle götürürlerken, ikişer kişiyi bileklerinden birbirleriyle zincire vurmuşlardı. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundaydılar. Aksaray civarında otobüs mola verdiğinde, Jandarmaya kelepçeyi açmasını tuvalete gitmek istediğini söyler. Jandarma hem aldığı talimatlar hem de önyargıları nedeniyle bu ‘’Vatan haini- gomoniste ‘’ sert davranır. Elde zincirlerle bozkırın ayazında tuvaletini güçlükle yapan Ruhi Su, ‘’Hasan Dağı’’ na bakarak acısını dizelere döker. İşte bu ünlü ağıt da böylece ortaya çıkar. Orta Anadolu’dan her geçişimde bu dağın önünde gözlerim nemlenir ve her defasında Usta’yı anarım bin bir minnet, şükran ve ar’la… Bir kez daha küfrederim; Aydınına bu denli acımasız ve zalim davranan bu toprağın egemenlerine ve aşağılık kölelerine…


Fotoğraf- 7 ; Ruhi Su’nun uğruna ağıt yaktığı HASAN DAĞI- (Metin Bahçivan)…

Nazım Hikmet'ten Kuvay-ı Milliye Destanı'nı, cezaevinde düşünmeye başlamıştı. 1960 'tan sonra besteyi tamamladı. "Seferberlik Türküleri ve Kuvay-ı Milliye Destanı" plak olarak 1971'de çıktı. Şeyh Bedrettin Destanı'ndan bir parça ve Üç Selvi'yi bestelemeyi ise 1974 yılına kadar tamamladı. Adana Cezaevi'nde, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın, "Almanya'da Çöpçülerimiz" şiirini ve A. Kadir'in Bugünün diliyle Mevlana'sından bazı şiirleri bestelemiştir.

Ruhi Su, Nazım Hikmet'in şiirini besteleyen ilk sanatçıdır. 1950 yılında Süvarinin Türküsü'nü (Dört Nala Gelip Uzak Asya'dan) yapmıştır. Sonra Fransa'da Yves Montand, Nazım Hikmet'in "Akrep Gibisin Kardeşim" şiirini besteledi. 1953'de Nazım Hikmet'in ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su "Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor" ağıtım, bir türkü ezgisini yorumlayarak söyledi. Bu türkünün sözleri Ruhi Su'ya aittir.

Operada iken, "Hayali Gönlümde Yadigâr Kalan" (On Beşlere Ağıt) ve "Baladız Destanı"nı (1944) yapmıştı (ezgi ve söz Ruhi Su). Hapishanede bu türküler için de işkence gördü.

1958 yılının Haziran ayında tahliye oldular. Ruhi Su, sürgün yeri olan Çumra'ya gönderildi. Sıdıka hanım Ankara'ya mevcutlu olarak gitti. Ruhi Su Çumra'da ucuz bir otele yerleşti. Eşi ailesinin yanında kaldı.

Ruhi Su, Çumra'ya hemen uyum sağladı. Çumra halkı ona ilgi duyuyordu. Radyodaki haberleri, parkta dinliyor, türkü programlarını kaçırmıyordu. İnsanlar yanından geçerken, "Üzülme bu da geçer" diyorlardı. Sıkı sıkı iş arıyor,

Ankara'ya nakli için çalışıyordu. Yazdığı dilekçelere ret cevabı geliyordu. Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün, Ruhi Su'nun naklini istemiyordu. Çumra savcısı (Muharrem İlkez) ve hakimi (İlhan Somer) ise onu Ankara'ya göndermeye uğraşıyorlardı. Savcı, Ruhi Su ile iyi ilişkiler içindeydi. Ondan cura dersi alıyordu. Her sabah otele uğruyordu. Mutlaka naklini yaptıracağını söylüyordu. Ruhi Su'ya Çumra cezaevinde bir de konser verdirdi.

Ankara'da Küçük Bir Ev

Böylece Ruhi Su, Kemal Aygün'ün muhalefetine rağmen Ankara'ya geldi. Ankara'da dostu Celal Cündoğlu, Etimesgut'ta Su ailesine bir işçi lojmanı verdi. Bu lojman, Etimesgut'a 2 km uzaklıktaydı. Bir tarla ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış, iki oda bir sofa ve tuvaletten ibaretti. Mevcut eşyalarıyla (bir gaz sobası, bir kilim, birkaç parça kap kacak) lojmana yerleştiler.İş aramayı hiç bırakmadı. Kemal Aygün ona türkü söyletmemekte kararlıydı. Ama bir iş bulunması da şarttı. Sıdıka Su hamileydi. 1959 Nisanında Ilgın geliyordu. İsmi çok önceden konmuştu.

Beş yıl aradan sonra bir gece, Ruhi Su ilk kez bir tiyatroya gitti. Arthur Miller'in bir oyunuydu: "Satıcının Ölümü". Oyun bittiğinde Ruhi Su öyle heyecanlanmıştı ki, oyuncuları kutlamak için kulise gitmek istedi. Ama ne yazık ki bu coşkusu çok kısa bir süre içinde derin bir hayal kırıklığına dönüşecekti. Önce Cüneyt Gökçer ile karşılaşmış. Cüneyt Gökçer, Ruhi Su'yu karşısında görünce neredeyse geri adım atacak olmuş. Ruhi Su ısrarla elini sıkmış ve kutlamış ama bir sanatçının bir sanatçıya reva gördüğü bu kaba ve duyarsız muamele onu çok kırmıştı. Ruhi Su, kendi kuşağı tarafından, siyasi kimliği dolayısıyla çoğu kez dışlanmakta, bunun acısını derinden duymaktaydı. Genç kuşak opera sanatçıları ise ona saygıda hiçbir zaman kusur etmemişlerdir.

Emniyet nezaretinin son günleriydi. Atıf Yılmaz, Osman Nuri Karaca ve arkadaşları Ankara'ya gelmişlerdi. Ruhi Su'nun eşya taşıyor olması onları üzmüştü. Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Cezanın bitiminde Atıf Yılmaz, "Karacaoğlan'ın Kara Sevdası" filmini çekecekti. Ruhi Su'yu Adana'ya bu filmin müziği için çağırdı. Ruhi Adana'ya Çığşar yaylasına giderek çalışmalara başladı. Türküler derledi. Karacaoğlan'a ait derlediği türküleri bu filmde söyledi. Bu film için koro oluşturdu. 40 gün Adana'da kaldı. Eşi Ankara'da idi. Oğlu Ilgın iki aylıktı.


Fotoğraf -8; Eşi Sıdıka ve Oğlu Ilgın Su ile…


Fotoğraf-9; ‘’Karacaoğlan’’ Filminde

Ruhi Su film çekimi bitince, Taksim Gazinosu'nda sahneye çıkmak üzere İstanbul'a gitti. Bir ev kiralayarak, 2 Mart 1960'da ailesini yanına aldı. Bu tarihten sonra türkü söylemeyi kulüplerde sürdürecekti. 27 Mayıs devrimi kulüplerde yabancı sanatçı çalışmasını engellemiş, yerli sanatçılara olanak tanımıştı.

Ruhi Su, hapishane yaşamı boyunca da kısa dönemli koro çalışmaları yapmıştır. Ama onun en önemli korosu, 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde, ilk üyelerini sınavla seçerek kurduğu Dostlar Korosu'dur. Aynı yıl Sümeyra Çakır da Ruhi Su'dan ders almaya başlamış, bir süre sonra da korist olarak Dostlar Korosu'na katılmıştır.

Dostlar Korosu, Ruhi Su yönetiminde, türküler üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Bir süre sonra Sümeyra da koro elemanlarına solfej eğitimi vermeye başladı. Koro, çoksesli türkü çalışmalarının ilk örneklerini, iki sesli türküleri seslendirdiği konserlerde vermeye başlamıştı.

1976 yılının sonunda "El Kapıları", 1977'de "Sabahın Sahibi Var", 1978'de ise "Semahlar" uzunçalarlarında Dostlar Korosu Ruhi Su'ya eşlik etti. Ruhi Su, Dostlar Korosu ile İstanbul, Ankara ve Bursa'da çok sayıda konser vermiştir.

Karşılaşılan nice güçlüğe göğüs gererek, koro elemanları, Ruhi Su'ya ve yaptığı işe duydukları sevgi ve bağlılıkla koroyu ayakta tutmayı uzun süre başardılar.


Fotoğraf-10; Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil (Solda) ile…

Dostlar Korosu, 1980 yılında, 12 Eylül döneminin baskıcı yönetimi altında ülkenin değişen ve ağırlaşan koşulları nedeniyle çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. Bu suskunluk, Ruhi Su'nun aramızdan ayrıldığı 1985 yılına kadar sürdü. 1986'da, öncelikle Ruhi Su'yu anma gecelerine katılmak üzere yeniden bir araya gelen koro, çalışmalarını, Timur Selçuk, Sarper Özsan, Hüseyin Tutkun, Cenan Akın, Öcal Öcalan, Refik Koksal, Cengiz Ünal gibi değerli müzik adamları yönetiminde sürdürerek günümüze kadar gelebilmiştir.

Hasta Yatağında Pasaportu Çok Gördüler

Ruhi Su ilk kez 1977 yılında Ahmet İsvan ve Necdet Uğur'un yoğun uğraşıları sonucu pasaport alabilmişti. Yurtdışına da ilk defa yine o yıl çıkmış, ülkemizden bir grup sanatçı ile birlikte, Berlin'de yapılan Nazım Hikmet haftasına katılmıştır.

Büyük bir coşku ile karşılanan sanatçı, bu haftayı izleyen günlerde sık sık siyasal ve sosyal kuruluşların çağrılısı olarak Almanya'nın diğer şehirlerine, Hollanda, Belçika, İngiltere ve Fransa'ya giderek çok sayıda konserler vermişti. Bu "nadide" pasaportu ile son olarak Avustralya'ya gitmiş ve orada, çok ses getiren bir konser vermiştir. Zaten aynı yılın sonunda da pasaportunun süresi dolmuş oluyordu. Bu, Ruhi Su'nun hayatı boyunca alıp alabileceği tek pasaport olmuştu.

Kültür ve sanat dünyamız, onurlu, inançlı ve ödünsüz kişiliğiyle örnek bir aydın portresi oluşturan, tüm engellemelere rağmen, yeteneği ve sanatının gücü ile adını ülkemiz sınırları dışında da duyuran bu çok değerli sanatçısını 20 Eylül 1985'te kaybetti. Hastalığına prostat kanseri teşhisi konulduktan sonra, 73 yaşındaki sanatçının yurtdışında tedavisi için girişimlerde bulunuldu.

Ne var ki yetkililer, hiçbir gerekçe göstermeksizin, sanatçıya pasaport vermemekte direndiler. Ülkemizin ve tüm uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları, bu insanlık dışı, anlamsız ve utanç verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar açıldı, Ruhi Su'nun tedavi amaçlı olarak ve "yalnız bir defaya mahsus olmak üzere" yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. Ruhi Su artık ölüm yolculuğuna hazırlanmaktaydı. Yaşamı boyunca hiçbir lütfundan yararlanmadığı devletin isteksizce lütfettiği bu pasaporttan da yararlanmadı - yararlanamadı. Hastalığının adamakıllı ilerlediği ve kendisini güçsüz düşürdüğü günlere kadar sazını ve türkülerini bırakmayan Ruhi Su'nun adı çoktan ölümsüzleşti. Ama İsmail Cem'in dediği gibi, "Ona hasta yatağında bir pasaportu fazla görenlerin ismini duyanınız var mı? "

Ruhi Su 1964 yılından ölümüne kadar 16 adet 45'lik plak ve 11 adet uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra ise, eşi Sıdıka Su ile oğlu Ilgın Su, özel arşivlerindeki ses kayıt belgelerinden yararlanarak, plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Böylece, bir anlamda Ruhi Su müziği ile ilgili tarihsel arşivlemeyi tamamlamaya çalıştılar.

Ruhi Su'nun birinci ölüm yıldönümünde "Ekin İdim Oldum Harman" plağı, kaseti ile birlikte Paris ve Türkiye'de aynı zamanda çıkarıldı. Bu plak, o yıl yayınlanan aynı türdeki uzunçalarlar arasında, dünyanın önemli ödülleri arasında yer alan Charles Cros Akademisi'nin "Büyük Plak Ödülü"ne (Grand Prix du Disque) değer görüldü. Ödül, 9 Şubat 1988 tarihinde Paris'te düzenlenen bir törende, dönemin Kültür Bakanı François Leatanol tarafından -sağlık koşulları nedeniyle törene katılamayan Sıdıka Su'ya iletilmek üzere- Pertev Naili Boratav'a verildi.

"Seferberlik Türküleri ve Kuvayı Milliye Destanı", "El Kapıları", ve "Şiirler-Türküler" uzunçalarları Almanya'da da basıldı. "El Kapıları" Köln'de, o yılın "Eleştirmenler Ödülü"nü aldı.

1991'de, o yılın Yunus Emre yılı olması nedeniyle, ABD'de bir plak şirketi "Yunus Emre" ve "Pir Sultan Abdal" plaklarını tek CD olarak çıkarttı.

Ruhi Su, yaşarken işini hep konserlerle, plaklarla, kaset­lerle sürdürmüştü. Ölümünden sonra da kaset ve CD'leriyle sürdürüyor. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı, 1997'den bu yana Ruhi Su adına, onun anısını canlı tutmak, müziğini ve dünyayı yorumlama biçimini, yeni kuşaklara anlatmak amacıyla etkin bir şekilde çalışıyor.


Fotoğraf-11; Türkçemizin iki devi bir arada; Ruhi Su ve Aziz Nesin.


Fotoğraf-12; Ruhi Su, evinin çalışma odasında kedisiyle…


Fotoğraf-13; Hasanoğlan Eğitim Enstitüsünde arkadaşlarıyla…

 

Metin Bahçivan

17 Ağustos 2015 - Adana

** Kaynakça :Füsun  Akatlı'nın Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları'ndan  2001'de çıkan "... bir de Ruhi Su geçti"

 




Sayı 28 (Eylül - Ekim 2015)

Bu yazı 6961 defa okundu.